31 Aralık 2008 Çarşamba

Ve işte ikisıfırsıfırdokuz...

Yeni bir yıl başlıyor. O nedenle, biraz kişisel bir yazı yazmak istedim. Yapılacak o kadar çok şey var ki, bu da beni yıl için daha fazla motive ediyor. “Günlük koşturmaca için de, program yapmaya vakit mi var” dediğinizi duyar gibiyim ama işin aslının hiç de öyle olmadığını siz de çok iyi biliyorsunuz. Mesela, yenin yılın ilk günlerinde meşhur Deepak Chopra İstanbul’da konferans vermeye geliyor. İlgilenenlerin dikkatine...


© BrooklynBookBinder

Peki benim kendime ödev olarak belirlediklerim mi? İşte birkaçı...

1. Üçer aylık dönemlere göre ajanda oluşturulması (Yoksa onu bunu erteleyerek hiçbir yere varılmıyor :=)
2. Kaynak açısından dergi, blog, websitesi listesinin genişletilmesi (hergün yeni birşey keşfetmek heyecan verici)
3. Ayakları yere basmasa da daha çok hayal kurulması
4. İskandinav tasarımlarının yerinde görülmesi
5. Sosyal bir konunun çözümlenmesi için gönüllü çalışılması

Nil Karaibrahimgil’in 29 Aralık tarihli yazısında dilediği güzel şeyler gibi, “Bu krizden çok etkilenmek istemiyoruz. Yapmak istediklerimizi rafa kaldırmayalım.”

Herkese yeni yılda öncelikle sevdikleriyle beraber huzurlu günler geçirebilmeleri için sağlık, hedeflerini gerçekleştirebilmeleri için güç ve cesaret, arzuladıklarına sahip olabilmeleri için de para diliyorum. 2009’da görüşmek üzere... İyi seneler...

30 Aralık 2008 Salı

2009 ve sonrası için öngörüler...

World Future Society’nin “Outlook 2009” başlıklı raporu, The Futurist Dergisi’nin Kasım-Aralık 2008 sayısında yayınlanmış. Nasıl olacak gelecek derseniz:


(Inplant Eye)

1. 2030’a kadar her dediğimiz ve yaptığımız kaydedilebilir olacakmış. Nanoteknoloji sayesinde herkesin kendine ait bir IP adresi olacak, kaydetme kapasitesinin bir sınır olmayacağı gibi, herşey kaydedilebilir olduğundan, değiştirilebilir de olacak :=)
2. Teknolojinin gelişimi sayesinde bioşiddet ve suçlar doğacak.
3. Peki, bu suçları kim çözecek? Haliyle yeni meslek sahipleri. Mesela, bilgisayar ve dijital suç uzmanları...Bir diğer alternatif, tıp ya da biyoloji okudunuz ama üstüne pazarlama, hukuk ya da bilgi teknolojileri yüksek lisansı yaptınız. Öğrenciler, seçim yapıyorken marka olmuş üniversiteler kadar geleceğin mesleklerine yönelik program geliştiren üniversiteleri de tercih etmeleri ayrıştırıcı olacak diye inanıyorum.
4. Ortak bir dünya hukuğu hayal olsa da ülkelerin adli sistemleri birbiriyle iletişim halinde olacak.
5. Sürekli ama sürekli kendimizi geliştirmek zorunda kolacağız. Hatta bazı eğitimleri aldığımızda yeni bir gelişme ya da iyileştirme gerçekleştirildiğinden öğrenilenler de eskimiş olacak.
6. Hani tükürük partileri yapılıyor, DNA’nıza yönelik teşhisler önceden konulacak demiştik. İşte genetik çalışmaların geleceği nokta da (o kadar sert olur mu bilemedim ama) Scarlett Johansson ile Ewan Mcgregor’un filmi “The Island”daki gibi olabilir. Lüks segmente yönelik organ üreten klinikler, sonra bunların çakma versiyonları, vs...
7. Zaten yeteri kadar kalabalıktı ama 2030’a kadar dünya nüfusunun %60’ı şehirlerde yaşıyor olacak.



Geçen yüzyıllarda yaşayan büyük düşünürlerin, sahip oldukları kısıtlı teknolojiyle birçok şeyi başarmaları, hayal etmeleriyle; bizlerin geleceği okumak ya da öngörüde bulunmanın ötesinde çoğu konuda resmen geleceği inşa ediyor olmamız arasında fark var diye düşünüyorum. Önemli olan, kişisel hataları tekrarlar gibi, ekonomik krizleri kroniğe dönüştürmemek, ülkeler ya da dinler arasındaki düşmanlığı devam ettirmemek. Tabii yılların birikiminde bu mümkün mü? Gelecek yıllar gösterecek :=)...

26 Aralık 2008 Cuma

Geleceğin mutfağı için öneriler...

Philips Design, faaliyet alanlarını ve dolayısıyla ürünlerinin geleceğini etkileyecek kilit değişimleri tespit etmek üzere oluşturduğu “Probes” Programı ile politika, ekonomi, çevre, teknoloji ve kültür alanlarını sıkı takip ederek geleceğe dönük öngörülerde bulunuyor. Websitesinden de paylaştığı bu çalışmaların aralık teması “Yemek”. Hayatımızın en temel değerlerinden olan “yiyecekler” için 3 konu başlığı belirlenmiş: “Teşhis Mutfağı”, “Yemek Printer’ı” ve “Ev Tarımı”.



Teşhis Mutfağı’nda, beslenme monitörü ile yiyecekleri barkod makinesinden geçirir gibi besin ve kalori değerleri görüntülenebiliyor; eğer yemeğe misafirinizin varsa hazırladığınız yemeğin bu bilgileri sayesinde o gün limitlerini zorlamış olanlar ikramdan uzak durmaya çalışıyor, yemeğin az tuzlu olduğunu gören misafiriniz ekstra tuzu ezbere dökmemiş oluyor.



Yemek Printer’ı fikri ise moleküler gastronomistlerden esinlenilmiş. Havucu köpüğe, parmesanı spagettiye çeviren bu hünerli ellerin becerileri ev ortamına nasıl yansıtılır fikrinden yola çıkan Philips Design, yemek printerını bulmuş. Düşünün, yiyecekleri alıp birleştiriyor ve 3 boyutlu printer’lardan çıkmış şaheserler gibi istediğiniz şekilde sunuyor.

Ev tarımı ise; hormonlu sebzeler, 1 gecede tarım ilaçları boca edilmiş meyveler, genetiğiyle oynanmış tohumlar derken ne yediği konusunda ciddi endişe duyanlara yönelik. Herkesin bahçesi olmadığının farkında olan Philips Design da sanki buzdolabı gibi deniz mahsüllerinin, meyve/sebzelerin yaşayabileceği kendi kendine yetebilen ev içinde mini ekosistemler hayal ediyor.



E peki tek çalışan Philips mi? Tabii ki hayır. Yukardaki resim henüz konsept çalışma olsa da GE’nin 2035 için tasarladığı mutfağı. OLED teknolojisiyle çalışan, UV filtrasonuyla suyu temizleyen, akıllı bulaşık makineli ama hepsinden önemlisi yediğinizi içtiğinizi takip edip özel asistan gibi çalışan komple bir mutfak. Bu hızla ilerleyen teknolojiyle imkansız değil ama gerçekleşmesi için zaman ve maliyet önemli unsurlar.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Taqwacores...

Bu yazıyı biraz da haftasonu izlediğim (ve bence samimi bir dil kullanılmış olan) “Body of Lies”’ın da etkisiyle yazıyorum. NY Times’daki haberin kahramanı, 16 yaşındayken müslümanlığı seçmiş bir Amerikalı.

Michael Muhammed Knight, 5 yıl önce “Taqwacores” adında bir kitap yazıyor. Kitap, Pakistan kökenli Amerikalı bir üniversite öğrencisinin kampüs dışındaki evinde düzenlenen İslamPunk partiler üzerine. Fotokopiyle çoğaltılmış olan kitap, elden ele dolaşıyor ve tam bir “word-of-mouth” etkisi yaratıyor. Sonra, yayıncı firmanın dikkatini çekiyor. Kitle genişledikçe, okuyucuların, bu etkinliklerin yerlerini sorgulaması, hayal ürünü olduğunu duyunca da kendi müzik grubu kurmaları kaçınılmaz oluyor.



Kitabın, Amerika’da yaşayan Müslüman gençler arasında bu denli dikkat çekici bir alt kültür yaratmasındaki en önemli etkenin, gençlerin hem dinle ilgili kendilerini sorgulamaları (mahalle baskısı?) hem de bulundukları ülkede gördükleri muamele olduğu ifade ediliyor. Mesela, Fas’tan Amerika’ya göç etmiş genç bir kızın, 11 Eylül’den sonra yaşadıkları ilginç. Amerikalıların okul servisine yumurta ya da şişe fırlatmaları bir yana okuldaki din hocasına Kur’an ile ilgili sorular sorduğunda da tebeşir yemesi bir yana. Bu arada, kitapta, Salman Rüşdi tadında başkaldırışlar ve sorgulamalar fazlasıyla mevcut.


©David Ahntholz

Peki sonuç? Bu kadar yankı yaratmış bir kitap, tabii ki filme çekiliyor ve önümüzdeki yıl vizyonda olacak. Knight’ın yeni kitabı “Osama Van Halen” ise 2009’da piyasaya çıkacak. Pazarlama Zirvesi’nde konuşma yapan DK’nın da bahsettiği gibi gençlerle iletişim kurmak için onların dilinden konuşmak lazım. İçeriği ne ve nasıl olursa olsun (yani uygun bulsak da bulmasak da), kendi derdini ifade eden bir genç aynı toprakta ya da farklı bir coğrafyada benzer duyguları/düşünceleri hisseden gençler tarafından kabul görecek.

21 Aralık 2008 Pazar

Muji’den “tabi ya” dedirten çözümler...

28 yıldır faaliyette olan ve Ekim ayının son günlerinde İstanbul’da da ilk mağazasını açan Muji, bu yıl üçüncüsünü düzenlediği tasarım yarışmasının temasını “tabii ya” dedirten öneriler üzerine belirlemiş. Aslında her üç temaya bakıldığında birbirinden kopuk olmadığı anlaşılıyor ve markanın kendi felsefesiyle birebir örtüştüğü bariz bir şekilde anlaşılıyor. Basitlik/sadelik çerçevesinde insanların daha iyi hayatlar yaşayabilmesi, “yeterli” olanı tüketmesi, doğada ya da gözümüzün önünde olandan faydalanarak daha fonksiyonel çözümler üretilmesi.


© Ken&Eri Sugimoto

Bu yılın birincisi, kamıştan kamış yapan Japon Yuki Lida. İkinci ise portatif outdoor çöp kutusu (Ken&Eri Sugimoto). Üçüncüler ise yine kamıştan etkilenerek hazırlanmış mat malzemesi (Jung-Chen Hung&Chia-en Lu); açı çözümüyle kolaylık katılan dedemizin çivileri (Masashi Watanabe), kamelya tozundan deterjan (Huang Yi Tang), tek tarafı su geçirmeyen, diğer yüzü ise yumuşak yüzeyli, çok amaçlı malzeme (.Jbaptiste Senequier) ve son olarak ise işte olmuş diyebileceğiniz zımba (Joonhyun Kim).


© Joonhyun Kim

Ürünleri incelediğinizda “hadi canım, bunu ben de düşünürdüm”diyorsanız lütfen gelecek yılın temasını takip ederek siz de katılın. Her ne kadar ilk yıldan beri katılımda düşüşler gözlense de hem kendinizi denemiş olursunuz, hem kullandığınız ürünlere bu bakış açısıyla bakmayı alışkanlık haline getirebilirsiniz. Kim bilir, belki de sizin fikriniz gelecek yılın kazananları arasında yer alarak Muji’nin dükkanlarında satışa sunulur.

19 Aralık 2008 Cuma

Eskilere nur mu yağacak?

Associated Press 2009 yılı trendleriyle ilgili yaptığı haberde, Marian Salzman’dan Ann Mack’e, The Intelligence Group’tan Trends Research Institute’a kadar trend konusunda öne çıkmış uzman ve ajanslardan görüş almış. TrendHunter’ın kurucusu Jeremy Gutsche ile Promystl’ın Kuzey Amerika Direktörü Rita Nakouzi’nin ortak açıklamasına göre de “kendin yap (DIY)” ve “upcycling” öne çıkacakmış.


© McDonaugh & Braugart

Peki “upcycling” ne derseniz, aslında yıllardır bildiğimiz, kimilerimiz çokça tercih ettiği, dekorasyon dergilerinde rastladığımız eskileri değerlendirme işi. Yani, çöpe gideceğine, ürüne yeni bir anlam ya da fonksiyon katarak farklı bir forma sokmak. Ancak, afilli kelimemiz çevreciliğin doruk noktasına çıktığı, herkesin en efektif tasarımlar yapmaya çalıştığı 2000’lerle birlikte literatüre de girmiş oluyor. Kavram ile ilk olarak, William McDonaugh and Michael Braugart’ın 2002 yılında yayınlanan “Cradle to Cradle” kitabıyla birlikte tanışıyoruz. Kitap, ekolojik zeka ürünü tasarımlar yapmak için manifesto niteliğinde kurgulanmış.


© Tyler Vreeling

Mesela, Kanadalı Tyler Vreeling, şirketi Fat Crow Design ile bu stili benimseyerek çalışmalar yapıyor. Hatta geri dönüşüm tercih edildiğinde kullanılan kimyasallar ya da enerji sebebiyle yeteri kadar “yeşil” olmadığını düşünen Vreeling, “upcycling”in (ki eminim öyle anlamdırmıyorlardı :=) çiftçi çocuğu olarak o zamandan beri içine işlemiş olduğunu belirtiyor. Yukardaki resimde yer alan aydınlatma çelikten, askılık ise kayaklardan yapılma.


© Rut Orrmalm Olsson

Devir tutum devri ya, Etsy’den çeşitli bloglara kadar “upcycle” konusunda elinizin altında derya deniz bir kaynak mevcut. İsveçli tasarımcı Rut Orrmalm Olsson’ın kullanılmış gazetelerden yaptığı perde ya da paspaslar hiç de fena görünmüyor, değil mi? Ömrünü doldurduğunu düşündüğünüz eşyalarınıza tekrar bir bakın derim, belki yeni yıl hediyeleriniz için yaratıcı fikirler doğurur, kim bilir...

18 Aralık 2008 Perşembe

Sivil toplum kuruluşları için yükselen mecra: cep telefonu...

MobileActive.org, cep telefonlarını ayrı bir mecra gibi kullanıp sosyal etki yaratmak isteyen özel ya da sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu bir topluluk. Ekim ayında Güney Afrika’da düzenlenen MobileActive08 Konferansı’nda da cep telefonlarının yarattığı her türlü etki (iyi ya da kötü) tartışılmış.

İçlerinde birkaç konu var ki, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının da dikkatini çekecek yönde. Öncelikle cep telefonlarının sosyal etki yaratma yönündeki çalışmaları hemen ölçülmeye başlanmış.



Herkesin çok iyi hatırlayacağı gibi 23 Nisan’larda ya da özel günlerde çeşitli sivil toplum kuruluşlarımızın, 1 SMS gönderin X çocuğun okumasına katkıda bulunun gibi kampanyaları olur. Bunun yurtdışı versiyonu ise “please call me” mesajları. Hazır kart benzeri hatlara sahip olanların kontörü kalmadığında, sevdiklerine kendilerini aramalarını için ücretsiz “please call me” mesajı gönderiyorlar. Güney Afrika’daki bir sağlık örgütü de telekom firması ile anlaşarak bir yıl boyunca hergün 1 milyon bedava “please call me” mesajı gönderecek. Bu mesajın diğer bir esprisi mutlaka sonuna kendi cep telefonu yazman. Sivil toplum kuruluşu da, bu mesajında dikkat çekmek istediği konuyu ve kendilerine ulaşılabilecek numaralarını yazıyor. Kampanya başlar başlamaz kuruluşu arayan telefonların oranı %200 artmış.



Diğer konu ise ödeme sistemlerine yönelik yazılım yapan İveri firmasının Güney Afrika Sürdürülebilir Deniz Ürünleri Enstitüsü için geliştirdiği yöntem. Deniz mahsülü alışverişi yapan kullanıcı, herhangi bir SMS gönderdiğinde (muhtemelen yeri tespit edilebildiğinden) kendisine anında doğal deniz hayatı ile ilgili bir mesaj gönderilerek farkındalık yaratılmaya çalışılıyor.

Ülkemizde sponsorlu SMS hizmetinin yavaş yavaş konuşulmaya (belki de kullanılıyordur bile) başlandığını biliyorum. Çoğumuzun promosyonel amaçlarla gönderilmiş SMS’lerden de bunaldığına inanıyorum ama gençlerin en önemli iletişim araçlarından olan cep telefonunu sosyal konulara dikkat çekmek için yeteri kadar kullanıyor muyuz?

15 Aralık 2008 Pazartesi

2008 biterken...

Evet, biraz TIME’ın her yılın bitişinde hazırladığı sayıya benzer bir yazı olacak ama açıkçası yıl boyunca neler öne çıkmışı hatırlamayı değerli buluyorum... Doğal afetler, ekonomik kriz, komşu ülkelerin birbiriyle savaşı, terörist saldırılar, korsancılık oyunları, Olimpiyat derken bir yıl daha geride kalıyor. Peki nelerdi öne çıkanlar:



1. Politika bu bloğun konusu değil ama Obama’ya Amerika’nın ilk siyahi başkanı olma özelliğini kazandıran kampanyası, tasarımından konumlandırmasına kadar başlı başına bir konuydu.
2. Tasarım ve inovasyonu birleştirerek kendi pazarlarını yaratanları ya da mevcut pazarını iyice silkeleyen şirketlerin ürünleri bolca satın alındı. (Nintendo’nun Wii’si, Apple’ın iPhone’u)
3. 2.0: Bir süredir kurumlar markalı ürünlerinde kişiselleştirmeyi zaten yapıyordu, hatta web üzerinden kendi tasarımını kendin yap/giy/ye/iç çözümü ile ayrışmaktan hoşlananların ilgisini çekmeyi başarmışlardı. Zaten devir interaktivite devri ama markayı marka yapan temel göstergelerden birinin müşterilerin fikirleri olduğunu kabul eden kurumlar, çeşitli fikri proje yarışmaları düzenlerken, sanal dünyada gruplar oluşturarak müşterilerin duygusal bağ yakaladıkları markaları hakkındaki yenilikçi fikirlere açık olduklarını da hissettirdiler.
4. Lüks lüks lüks ya da sınırlı sayıda özel üretim.
5. Bu düzen böyle devam edemez düşüncesini benimseyen kurum ve tasarımcıların, daha sürdürülebilir bir dünyayı arzulayan bilinçli tüketiciler için “yeşil” ürünler, binalar, yaşam alanları yaratmaları, alternatif enerji kaynakları üzerine daha çok kafa patlatmaları.
6. Youtube, Facebook gibi sanal sosyal topluluklarla gözetle(n)me, dışarıya karşı bir gösteriş ama aynı zamanda ben de varım hissi. Hele Youtube, Warhol’un “herkes 15 dk.lığına ünlü olacak” lafını doğrular gibi...

12 Aralık 2008 Cuma

Doğaya kulak verin...

Şimdilik “doğayı taklit etme” olarak çevirebileceğimiz “biomimicry”, çok taze bir bilim dalı. Konunun tanınmasını sağlayan ise doğabilim üzerine çeşitli kitaplar yazmış olan, Janine Benyus. 1998’de kurduğu Biomimicry Guild, tasarımcıların, mimarların ya da mühendislerin inovatif projeleri için doğaya nasıl bakmaları gerektiğiyle ilgili danışmanlık veriyor. Yaklaşık 2 yıl önce kurduğu Enstitü ise, ilköğretimden üniversiteye kadar her seviyedeki öğrencinin problem çözme yeteneğini geliştirmeyi, “Innovation for Conservation” fonu ile de doğaya dönük tasarımlar yapan kurumların doğanın korunmasına yönelik bir birikimi de desteklemeklerini hedefliyor.



Biomimicry Institute’ün yeni projesi ise AskNature.org. Doğadan esilenebilecek konular hakkında online kütüphane işlevi gören siteden, kelebeklerin kanatlarından ya da yaprak yüzeylerinin su tutmama özelliğinden yola çıkarak geliştirilen Lotusan boyasından, okyanusta yaşayan mavi midyenin karakteristik yapısının Purebond yapıştırıcısına nasıl esin kaynağı olduğunu takip edebilirsiniz.



“Biomimicry” yeni bir kavram olabilir ama yüzyıllardır gezegenimizin çetin koşullarında yaşamlarını devam ettirmiş doğal hayatı ve varlıklarını gerekli dikkati vererek inceleyebilirsek gelecek kuşaklara daha sürdürülebilir bir ortam bırakabilir miyiz?

7 Aralık 2008 Pazar

Gizli milyoner...

İngiltere’nin özel kanallarından Channel Four geliştirdiği TV programı “Secret Millionaire” ile 2007 yılında Rose D’or Ödülü’ne layık görülmüş. 2000’li yıllardan beri hayatımızda olan “reality show” programları içinde sanırım en bilinçli ve sosyal sorumluluğa önem vereni...



Birkaç yardımsever milyoner (dönüşümlü olarak), 10 günlüğüne kimliklerini gizleyerek ve lüks hayatlarını geride bırakarak ülkenin sorunlu ve fakir bölgelerine karışıyor. Mümkün olduğu kadar fazla insan tanıyarak, o bölgenin/mahallenin yaşadığı problemi çözmeye yönelik emek harcayacağını düşündüğü kişiye, 10 günün sonunda kimliğini açıklayarak kendi cebinden dilediği tutarda bağışta bulunuyor. Belirli bir süre sonra gizli milyonerimiz aynı bölgeyi ziyaret ederek, değişimi gözlemlemiş olmuyor.



Başarılı olan her işte olduğu gibi bu program da çok kısa bir zamanda okyanusu geçerek Amerika’ya da uyarlanmış. Programın içeriğinde herhangi bir değişiklik yok ama gizli milyonerler arasında dikkat çekici bir isim var. 26 yaşındaki Gurbaksh Chahal. 4 yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya yerleşen Hintli Gurbaksh, sadece 16 yaşındayken kurduğu internet reklamcılığına yönelik şirketi ClickAgents’ı 2 yıl sonra 40 milyon dolara satmış. 2004 yılında kurduğu BlueLithium şirketi ise yine online reklam sektöründe inovasyon lideri olarak gösterilmiş ve sadece 3 yıl sonra, bu sefer bir dev, Yahoo tarafından 300 milyon dolar nakit karşılığında satın alınmış. Chahal, şimdi sadece Secret Millionaire’de değil diğer TV programlarında da boy gösteriyor, yeni kitabı The Dream’i tanıtıyor ve gWallet projesi üzerine çalışıyor.



Bağış yapmaya geldiğinde rekor rakamlara ulaşıyor olabiliriz ama sosyal konularda bilinç eksikliği yaşadığımız ülkemizde, balık veren değil, balık tutmayı öğreten bu format ilgi görmez mi? Ya da başarılı genç işadamlarımızın örnek olmasını sağlayacak, sadece iş odaklı değil sosyal odaklı sorunları da çözmeye girişimde bulunabileceklerini göstermek toplumda bir kaldıraç etkisi yaratmaz mı? İyi ve keyifli bir Kurban Bayramı geçirmeniz dileğiyle...

4 Aralık 2008 Perşembe

9. Pazarlama Zirvesi’nin ardından...

2-3 Aralık’ta Management Center Türkiye tarafından düzenlenen konferansta bende iz bırakan bölümleri paylaşmak istedim.



Blue Ocean” stratejisini Renee Mauborgne ile kurgulayan W. Chan Kim’den şok edici bir açıklama: “İnovatörler kaybeden insanlardır. Bu yüzden pazarlama önemli çünkü onlar marka değerinin ne demek olduğunu biliyorlar.” Bu sözün üstüne tüm salona “PC’yi ve VHS’i kim buldu” sorusuna kimse doğru yanıt veremeyince aslında ne demek istediğini örneklemiş oldu ama yine de sarsıcı bir söylem. Blue Ocean’ın en çarpıcı örneği (sunuma girdiğine göre) Nintendo. Wii’yi izlemeye devam...



Donald Sull, hızlılık kavramından bahsetti. “Kelebek gibi uçan, arı gibi sokan” Muhammed Ali ile devasa George Foreman’ın arasındaki müsabaka maçına Muhammed Ali’nin nasıl hazırlandığını anlattı. Muhammed Ali, 6 ay boyunca hapisten çıkan güçlü kuvvetli suçlulardan sürekli yumruk yemiş. General Motors da yıllardır hala ayaktaysa Foreman gibi devasa olmasına bağlayan Sull, Ali gibi hızlı markaların da karşılaşacakları ağır darbelerle karşı göğüs germeleri için güç kazanmaları gerektiğini belirtti. Ronald Jones da “interdisciplinarity – transdisciplinarity”den bahsetti. Yani, gelecekte farklı disiplinlerden uzmanların daha fazla birarada olacağına dikkat çekti.



Medai Snackers’tan DK, gençlerin alışkanlıklarını, internet ve mobil dünya ile nasıl içiçe olduklarını dinamik bir sunumla anlattı. Söylemeyin dedi ama chat jargonunda “POS – Parent Over Shoulder” ('tepemde annem/babam duruyor' demekmiş :=) Konferansı, Peter Fisk de gaza getirici enerjik sunumuyla kapatırken, fırtınalı dönemde 50 sihirli pazarlama stratejisinden bahsetti.

30 Kasım 2008 Pazar

Sosyal sorunları çözen tasarımcılar...

Bahsettiğim yeni bir konu değil. IDEO’nun, KOBİ ağırlıklı çalışan sivil toplum kuruluşu Kickstart için geliştirdiği MoneyMaker Pump, 1991 yılından bu yana Kenya’da 64.000 yeni işin doğmasını sağlarken, yılda 79 milyon ABD Dolarlık değer de yarattı. OneLaptopPerChild Projesi'nin fikir babası Nicholas Negroponte bilgisayar tasarımında dev markalara hizmet veren Yves Behar ile çalıştı. Design 21, sosyal dönüşümün tasarım aracılığıyla gerçekleşebileceğine inanan tasarımcılar, sivil toplum kuruluşları, bireyler ya da organizasyonların arasında bir ağ oluşturmak için kuruldu.



Bir süredir (sahip olduğu varlıklar düşünülünce öncü olması hiç şaşırtıcı değil) Rockefeller Vakfı da içinde bulunduğumuz sosyal sorunlara çözüm getirmek amacıyla tasarımcılarla biraraya geliyor. IDEO’yla beraber yaptığı ve sonuçlarının 2 kitap halinde sunulduğu çalışma, tasarım firmalarıyla sosyal sektörün nasıl birleştirebileceği üzerine. Ağustos ayında İtalya’da düzenledikleri çalıştayın sonuçlarını ise yine bir tasarım firması Design Continuum derleyip toparladı. Yakın tarihte Gates Vakfı da IDEO ile ortak bir çalışma yürüterek küçükölçekli çiftçiler için “İnsan Odaklı Tasarım” araçkitini hazırladı.



Yıllardır büyük vakıfların, yine büyük bağışlarda bulunarak çeşitli sağlık konularının AR-GE çalışmalarını desteklemesine alışkınız ancak bundan böyle sosyal alanda yaşanan küresel sorunların çözümüne yönelik bu tarz işbirliklerine daha sık rastlayacağımız kesin.

P.S. Pune’de Aralık ayının ilk günlerinde gerçekleştirileceğini beklediğimiz Hindistan Tasarım Festivali, yaşanan son gelişmeler yüzünden 2009 Şubat’a ertelenmiş :=( Support Peace Innovation!

28 Kasım 2008 Cuma

Dünya barışına inovatif yaklaşım...

Her daim iniş çıkışın bol olduğu, gündem için konu sıkıntısı çekilmeyen bir ülkenin evlatları olarak şu an içinde bulunduğumuz durumu bünyemizin garipsediğini zannetmiyorum. Amerika’nın önemli trend uzmanlarından Faith Popcorn da kendi ülkesi başta olmak üzere (hava kirliliğinden terörist saldırılara kadar her çeşit negatif faktör yüzünden) içe kapanma ve gelecek hakkında daha endişeli olmamız trendlerine dikkat çekiyor.



Tam da ekonomik krizi nasıl atlatacağız, 2009 nasıl geçecek derken, bir anda geleceğin 4 büyük gücünden (BrasilRussiaIndiaChina) Hindistan’da yaşananların şu an için din odaklı görünmesi 11 Eylül’ü hatırlatıyor. Ana haberlerde Türk rehinelere Müslümanlık testi yapmaları ve ardından gayrimüslimleri katletmeleri kelimelerle ifade edilmeyecek kadar ağır.



Niye bu nefret diye sorgularken (ki aslında pek de sorgulamaya gerek yok, dilerseniz başta Eric Hobsbawm olmak üzere literatürü hızla tarayabilirsiniz), aklıma Fortune’un bu sayısında işlediği “geleceğin 10 gurusu” yazısında yer alan BJ Fogg geliyor. Kendisi Stanford Üniversitesi’nde İkna Teknolojisi Laboratuarı’nın hem kurucusu hem de mevcut yöneticisi. Deneysel psikolojiden yararlanarak bilgisayarların ya da cep telefonlarımızın davranış ve düşüncelerimizdeki etkileri üzerine kavramlar üretip araştırmalar yürütüyor.



Şu anki en önemli projeleri arasında ise “barış inovasyonu” adını verdiği çalışması bulunuyor. Amaç, ikna edici teknolojiler geliştirerek gelecek 30 yıl içinde dünya barışına ulaşmak. Her ne kadar kendisi de bu çabayı naif bir tutum olarak değerlendirse de kesinlikle başarılabileceğine inanıyor. Ne dersiniz, hep birlikte umudu kaybetmeden uğraşmak ve çalışmak gerek, öyle değil mi?

26 Kasım 2008 Çarşamba

Beyin fırtınası masası...

Bilgi teknolojileri konusunda çözümler sunan Japon Kayac Co. firması, kendisi için geliştirdiği için beyin fırtınası masası Kageroi'yi yakın bir tarihte piyasaya sunmaya karar vermiş. Keio Üniversitesi Inakage Laboratuarı ile beraber geliştirdikleri sistem, katılımcıların diyaloglarını takip ediyor, konuşmaları tanıma özelliğine sahip olduğundan kilit kelimelere göre bu özel masanın üzerine yaratıcılığı tetikleyecek resimler ve sözler yansıtıyor.



Sistem nasıl mı çalışıyor? Önce oda, LED ışıklarıyla ısıtılıyor :=), katılımcılar konuşmaya başladıkça kablosuz mikrofonlar sayesinde Kageroi her konuşulanı kaydedip, kilit kelimelerle bağlantılı resimlerin ya da makalelerin bulunmasına yönelik arama motorunda gezintiye çıkıyor. Böylece toplantı sırasında, tepedeki projektörden masaya derya deniz bilgiler yansıyıp duruyor. Tabii Japonca’nın zor bir dil olmasından dolayı kelimeleri tanımaya çalışan sistemde bazı yavaşlıklar söz konusu ancak geliştirme çalışmaları devam ediyor.



Kayac Co, henüz fiyatı belli olmayan konsept aşamasındaki Kageroi’yi yıl sonuna doğru başta reklamcılık olmak üzere yaratıcı işlerle uğraşan sektörlerin beğenisine sunmayı planlıyor. Hatta bar ve kafelere de eğlence amaçlı pazarlamayı düşünüyorlarmış. Bir sonraki hedefleri ise, taşınabilir versiyonunu yapmak; katılımcıların seslerinin şiddetine ya da tartışmaya kattıklarına göre gölgelerinin büyüyüp küçülme esprisini yansıtabilmek.



Bu yazıyı hazırlıyorken aklıma haftasonu izlediğim Quantum of Solace geldi. Evet kesinlikle herşeyin bir bedeli var ancak değil powerpoint hala iptidai yöntemlerle sunum yapanların “Surface”ın kullanıldığı sahneyi kesinlikle görmeleri gerekir. Sunumları farklılaştırdığınızda ya da fikrinizi anlatıyorken hikayenizle bağlantılı özel bir atmosfer yarattığınızda karşınızdaki nasıl etkileyebileceğinizi bir düşünün.

Kaynak: Japan Inc.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Pazarlamaya “komik” yaklaşım...

Aynı anda birden fazla görevi birarada götüren kişileri hayranlıkla (ve gıpta ederek) izliyorum. Yazar/çizer/konuşmacı ya da serbest küratör/danışman/eğitmen/köşe yazarı... Seviyorum çünkü aynı anda birden fazla işle/projeyle uğraşmanın kesinlikle yaratıcılığı artırdığına inanıyorum.



İşte bu kişilerden biri de, bu bloğu takip edenlerin hatırlayacağı, ev temizlik ürünleri markası Method Home’un Avrupa’dan Sorumlu Pazarlama Müdürü Tom Fishburne. Pazarlamanın Dilbert'ı olarak tanıtılan Brand Camp'i asli işine devam ederken oluşturan Fishburne, karikatürlerini 2 kitapta toplamış. Çizim serüvenine Harvard Business School’da öğrenciyken başlayan Fishburne’in özgeçmişine bakınca FMCG tarafında ciddi bir pazarlama tecrübesi olduğu anlaşılıyor.



Sağolsun Fishburne, bloğunda sadece marka, konumlandırma ve özellikle şu an yükselen değer olan “yeşil" işler konusundaki görüşlerini paylaşmakla kalmıyor karikatürlerini de flickr’dan takip etmemizi sağlıyor. Şimdiden hepinize keyifli seyirler...

21 Kasım 2008 Cuma

İnovasyon mu temellere geri dönüş mü?

İster spor salonlarında, ister açık havada yapılsın her geçen gün spor aktivitelerinde çeşitlilik artıyor.

Mesela, ilk kez Rus bilimadamı Vladimir Nazarov tarafından geliştirilen tüm vücut titreşim sistemi (whole body vibration), PowerPlate’in doğuşuna sebep oldu. Şimdi bu sistem, Pineapple Europe tarafından, kuantum fiziği, Çin tıbbı ve belirli frekansların vücut üzerindeki etkisinin birleşimiyle başka bir seviyeye taşınıyor. 1 saatlik egzersizin etkisini yarım saatte hissetmek zaman fakiri kişiler için önemli bir etken olmalı, öyle değil mi?



Spinning’in babası Johnny Golberg de, sadece bacakları çalıştırmak yetmez diyerek, pedallarla vücudun üst bölümünü de çalıştırabileceğiniz “krankcycle”ı geliştirmiş. Logosu, felsefesi ve satın alabileceğiniz özel atrenman kıyafetleriyle “kranking” değişiklik arayanların ihtiyacını karşılayabilir. Deneyenler, kollarından ateşler fışkırdığını söylüyor.



Sırada, yerçekimine karşı yoga var. Burt Lancaster, Tony Curtis ve Gina Lollobrigida’nın oynadığı meşhur “Trapez” filmi unutulmazlarım arasındadır. İşte şimdi binbir çeşit yoganın son versiyonu yer çekimine karşı yapılanı. Hamak sistemi, ileri seviyedeki ters pozisyonlar için hafif bir trapez fonksiyonu sağlıyor. Yaratıcısı 1990 yılında “AntiGravity” akrobatik performans grubunu kuran Cristopher Harrison.



Son olarak ise, Casino Royale’in siyah beyaz açılış sahnesinin ardından başlayan müthiş kovalamacanın aktörlerinden, Sebastien Foucan. Afrika kökenlerinden etkilenerek kendi tekniğini geliştirmiş olan Foucan’ın stilini benimseyerek koşanlar yurtdışında çoğalıyor. Amaç, vücudu doğaya daha doğru adapte edebilmek. Eğer, Exuberant Animal’ı ziyaret ederseniz göreceksiniz ki, halat çekmek, tek ayak üstünde duruyorken birinin dengenizi bozması, atlayarak, zıplayarak, slalom yapar gibi koşmak, vücudun üstündeki hakimiyeti ciddi artıran fiziksel faaliyetler...



“Biomimicry” gibi yakında spor salonlarında da aslan gibi avını takip etme, maymun gibi daldan dala uçma dersleriyle ya da Libero’nun şirin reklamındaki gibi en iyi yoga hocası bebekten çıkar misali uygulamalarla karşılaşır mıyız, ne dersiniz?

19 Kasım 2008 Çarşamba

Geleceğin iş yapışını tasarlamak

Bu bloğun doğmasında etkilendiğim insanlarında başında Marty Neumeier geliyor. The Dictionary of Brand, The Brand Gap ve ZAG kitaplarının sahibi Neumeier, San Francisco’daki şirketi Neutron aracılığıyla markalara inovasyon, strateji ve tasarım konusunda danışmanlık veriyor. İlk kez Design Management Review’da yayınlanan “geleceğin iş yapış şekli”yle ilgili temel ve çarpıcı notlar içeren yazısının düzeltilmiş versiyonu, Business Week’te tekrar yer almış.



Tasarım, derken hepimizin aklına ürün tasarımı gelebilir ancak gerçek ne yazık ki bununla sınırlı değil. Neumeier, tasarımın inovasyonu tahrik ettiğini, inovasyonun markayı güçlendirdiğini, markanın sadakati inşa ettiğini, sadakatin de karı sürdürülebilir kıldığını belirtiyor. Geçen yüzyılda, seçenekler hakkında fikir sahibi olmayan müşterilerin haliyle bildikleri markaları tercih ettiğinden sadakati nerdeyse cehalette eş tutan Neumeier, yeni yüzyılda böyle bir fırsatın kalmayacağını vurguluyor.



Temel yetkinliğini “çevik”lik üzerine kurgulamak isteyen şirketlerin, bu özelliği kurum kültürlerine işlemeleri gerektiğini, radikal düşüncelere açlık duyan bir atmosfer yaratmalarını ve bu atmosferi sürdürülebilir kılmalarını tavsiye ediyor. Yani, şirketin, endüstrinin ve dünyanın karşılaştığı en berbat sorunları çözmek için “tasarım odaklı zihinlere” ihtiyaç olduğuna dikkat çekiyor.


© Paula Chang

Madem bu kadar önemli bir konu, niye hala içimize işlemiş değil derseniz Neumeier faturayı yöneticilere kesiyor. Mali tablo odaklı ezbere iş yapmaya alışmış yöneticiler için artık yeni bir dönem başlayacağını (ki içinde bulunduğumuz dönem tam da buna işaret ediyor) ve hepimizin bakış açımızı genişleterek yeni bir ölçek icat etmemiz gerektiğini belirtiyor.

Marty Neumeier’ın yeni kitabı “The Designful Company", 1 Ocak 2009’da satışa çıkacak. İlgilenenlere...

16 Kasım 2008 Pazar

Tabanlıoğlu’nun Londra çıkarması...

Çok yeni Cityscape 2008 Mimarlık Yarışması’ndan 3 ödülle birden ayrılan Tabanlıoğlu Mimarlık, 20 Kasım-22 Aralık tarihlerinde Royal Institute of British Architects çatısı altında “Istanbul Beyond” sergisini düzenliyor.



Medya, Bulvar, Kültür ve Ötesi olarak 4 grupta topladıkları toplam 19 projelerini sunacakları serginin önemli bir özelliği var. Japonya’nın önde gelen video enstalasyon ve görsel sanat uzmanları WOW Inc.'nun 3 boyutlu hazırladığı çalışmalar sayesinde ziyaretçiler sanki binanın içinde geziyormuş gibi hissedecek.

Serginin diğer önemli özelliği ise, Nurus’un 2007 yılında İtalya’daki Tasarım Haftası’nda gerçekleştirdiği “İlk in Milano” sergisi kadar stratejik olması. Neden? Çünkü devlerin kendi evlerinde, “öteki” olarak nitelendirilenlerin, yüzyıllardır sahip olduğu değerlerini en az onlar kadar iyi yorumlayabileceklerini göstermiş olmaları.


Levent Loft@İstanbul

Rem Koolhaas, Zaha Hadid ya da Sir Norman Foster gibi dev mimarların metropollerde gerçekleştirdiği sergilere alışkın olunabilir. Ancak, ilk kez bir mimarlık firmamızın, hem sunuşu hem de projelerini yurtdışında toplu olarak sergilemesiyle kendi alanında öncü olduğunu göstermekle kalmıyor kültürel dokusuyla öne çıkan şehrimizin modern mimari yüzünü de yansıtmış oluyor. Sergi, Londra'nın ardında dünya turuna çıkarak Hollanda, Avusturya ve Japonya’yı da ziyaret edecek.

13 Kasım 2008 Perşembe

Krizin göbeğinde İstanbul tanıtımı...

Dünyada yaşanan krizin etkilerinin önümüzdeki yıl daha çok hissedileceğini hepimiz iyi biliyoruz. Gerileme, duraklama, çöküş... ne derseniz diyin. Herkes kendi payına düşeni en az hasarla atlamaya çalışacak diye umut ediyoruz. Düşünsenize, koskoca İngiltere bile, “başımıza gelecekleri bilseydik, Olimpiyatlara evsahipliği için yarışmazdık” dedi.


© Bülent Erkmen

Kriz, kimileri için fırsat barındıracak denildiğinden yaklaşan İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projelerini önemli buluyorum. İstanbul 2010 AKB Ajansı, siteyi yenilemiş, yaptığı ve yapacağı projeleri de güncellemiş. İster istemez krizden onlar da etkilenir mi, yoksa çoktan bütçe onayları alındı ve tam gaz ilerleyebilecekler mi diye düşünmeden edemedim. Eğer etkilenirlerse diye acaba niş çalışmalar da düşünüyorlar mı?

Ya da herkesin harcamalarını gözden geçireceği, en gerekli şeylere para ayıracağı konuşuluyorken, Kültür Başkenti olarak yapılacakların hedef kitlesi, sadece yerli turist mi olacak? Analist bir dostum, bu tarz krizlerde hisse senedi açısından ilk etkilenenlerin havayolları şirketleri olduğunu belirtmişti. Üstelik, yurtdışından yapılan rezervasyonların her zaman daha uygun fiyatlı olduğunu da biliyoruz ama rekabet had safhadayken ev değiştirme sitelerini kullanmak bir alternatif olabilir mi?



Mesela, yakın tarihte, İstanbul’da bir konferansa katılan Mark Tungate, bloğunda Pera Palas’ı ne güzel anlatmış. Eminim, bu tarz çalışmalar niş bulunuyordur ama günümüz daha fazla deneyimin ağızdan ağıza yayılması değil mi? Wagamama ve McDonald’s geride bırakarak İngiltere’nin 1 numaralı restoran zinciri sahibi olan Gordon Ramsay’i İstanbul’a davet edip etkilendiği tadlardan çıkaracağı bir menüyü İngiltere’deki programında sunması bir cazibe yaratmaz mı? Louis Vitton’un derhal bir İstanbul rehberi çıkartması sağlanamaz mı? Second Life’ta sanal İstanbul turu? Dünyanın neresinde olursanız olun Manolo Blahnik tutkunları, İstanbul ayakkabılarından satın alıyorken şehri bizzat yaşamaları için kutunun üzerine ufak bir davet yazısı?

12 Kasım 2008 Çarşamba

Güneş doğudan yükselir

Geçen gün arkadaşlarımla hangi tasarım haftasına gitmek daha ilginç olabilir diye sohbet ediyorken %100 Design Tokyo’dan bahsettik. Takip ettiğim sitelere bakınca da, hakikaten sadece tasarım açısından değil markalar da kendilerini Japonya’ya göre yeniden konumlamak üzere yarış içine giriyorlar.

Moda markalarının (Louis Vitton ya da Prada) amiral mağazaları, sadece otomatlara özel çözümler, sigara paketlerinin özel ambalaj tasarımları...



Son bomba ise McDonald’s’tan. Quarter Pounder adında açılan 2 dükkana bakınca, McDonald’s ile uzaktan yakından alakaları olmadığını fark ediyorsunuz. Ancak, hamburger kesinlikle McDonald’s. Hani üzerinde herhangi bir ibare olmasa da şişesinden Coca Cola’yı tanımamız gibi.

Demek ki, bir gözümüzün hep Uzakdoğu’da olmasında büyük fayda var.

Kaynak: Core77, CScout Japan

10 Kasım 2008 Pazartesi

Porsche Design Studio’nun ardından...

8-9 Kasım tarihlerinde Yeditepe Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Porsche Design Studio’nun seminerine Bilgi Tasarım Kültürü’nden dört arkadaşlarımla beraber katıldık ve orginzasyonu yapan firmanın affına sığınarak neyin nasıl yapılmayacağı konusunda sağolsunlar bize bayağı bilgi vermiş oldular:

• Tek güne sığabilecek program nasıl 2 güne yayılır (sunum tekrarlarıyla beraber :=)
• Ödüllü, üstelik lüks tüketim ürünleri tasarlayan tasarım stüdyosunun ürünlerin sergilenme şekli nasıl basit ve sıradan olur.
• Belirtilen programa göre akışa nasıl uyulmaz, vaktinde başlanmaz, kahve molaları yarım saat ya da 40 dk.ya kadar nasıl sarkıtılır (Hiç olmadı kahve aralarında ürün tanıtımları tekrar izlettirilebilirdi)



Seminer sırasında bir öğrencinin de dile getirdiği gibi Porsche Design Studio, üniversiteye tanıtıma gelmişti de acaba biz mi farkında değildik. Sonuçta tasarım ortaya çıkana kadarki ihtiyaçların belirlenmesi, ön araştırma süreçlerini kapsayan metodoloji hakkında da bilgi alamadık. (Herhangi bir üniversitede düzenlenen şirket tanıtımlarından bile daha fazla etkilenerek ayrılabilirsiniz :=( Evet belki bizim beklentilerimiz biraz yüksek kaçabilir ama davet edilen tasarım stüdyosu herhangi bir yer değil.



Peki bu iki günün sonunda ne elde edildi diye sorarsanız, henüz kendi sitelerinde yer almayan ürünleri görme fırsatı yakaladık. Porsche Design Studio’nun şu anki ölçeklerinin kendileri için yeterli olduğunu, daha fazla ya da hızlı büyüme gibi bir öncelikleri olmadığını ancak tasarladıkları ürünlerde fonksiyonelliği ne kadar temel ve önemli bir unsur olarak gördüklerini gözlemledik. Mesela, Eterna için tasarladıkları P6520 Worldtimer ve Poltrona Frau için tasarladıkları Antropovarius koltuk...

Ayrıca, hala konsept aşamasında olan P’Gasus tekerlekli sandalyenin tasarım sürecini, genç tasarımcısı Steffen Ganz’dan dinledik. Ürünü, 2006 yılında üniversite bitirme projesi olan hazırlayan Ganz, şu anda Zall Am See’deki Porsche Design Studio’nun 24 kişilik ekibinden biri.