31 Ağustos 2008 Pazar

Terminallerin yeni yüzü...

Son yıllarda havaalanlarında yaşanan değişimleri; uçanlar bizzat, yeniliklere ilgisi olanlar da çeşitli iletişim kanallarından takip ediyor. İşte yeni haber de New York Kennedy Havaalanı’ndan. JetBlue Havayollarının 743 milyon dolarlık ve 635.000 metrekarelik 5. Terminal’i Eylül ayında hizmete giriyor. Bu değişimin yaşanması tetikleyen en önemli unsurlar ise; 11 Eylül’den sonra havaalanlarındaki kontrollerin artmasıyla yolcuların terminallerde daha çok zaman geçirmesi (ortalama 136 dk.), Amerika içindeki hatlarda hizmet veren uçak şirketlerinin ikramı kaldırması ve yurtdışından gelen yolcuların kendi ülkelerindeki hizmet standartlarını araması olarak sıralanıyor.



Yeni terminalde yok yok. 19 outlet mağazası, Muji tarafından yönetilecek. (Muji, mağazasında mimari olarak orjinal bir detayı da saklamış. Cam vitrin içinde ısıya dayanıklı çelik sütunu sergileyecek) Aynı anda 800 kişi, bar tarzı masalarda hem sanal dünyadan işlerini halledebilecek hem de önlerindeki ekranlardan sipariş vererek karınlarını doyurabilecek. Terminalin mimari projesi ise, Gensler’a ait.

Peki bu işi bu kadar iştahlı yapan ne? Kennedy Havaalanı’nın, Amerika’nın 2008’de 256 milyon dolarla sadece yiyecek, içecek, dergi ya da hediyelik eşya satışında en fazla gelir elde eden 3.havaalanı olması tabii ki. Ki bu rakamlara duty-free satışları dahil değil.

Sonuç; insanlar “deneyim”e önem veriyor. Havaalanları da “beklemek, güvenlik, kontrol” gibi çok da pozitif olmayan kelimelerle hatırlanmak yerine yolcuların (yani müşterilerinin) içinde bulundukları bu (ortalama) 2 saatten fazla zamanlarını ne kadar iyi geçirtirlerse karşılıklı kazanmış olacaklarının önemini fazlasıyla kavramış durumdalar.

26 Ağustos 2008 Salı

Yeni erkek sınıfı: Gastroseksüeller...

Kadınlar olarak, “Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer” diye büyütüldük ve kim bilir kaç birliktelik ya da evlilik, kallavi bir sofra sonucunda doğdu. Ancak, kimi kimi mutfak becerisiyle tavlıyor artık belirsiz. Üstelik kadınların, iş dünyasında kendini kanıtlama çabası hala devam ediyor. Bekar yaşayan ya da evlenip boşanmış ve bekarlık sultanlıktır diyen erkeklerin sayısı da (en azından) metropollerde az değil. Hatırlar mısınız bilmem ama Sex&The City’nin Mr.Big’e bile belirli bölümlerde yemek pişirken rastlarız.



İngiltere’den Pur Asia firması da, Future Foundation’a bir araştırma yaptırmış. Çıkan sonuçlara göre hem kadın hem de erkek gastroseksüellerin olduğunu ama çoğunluğun 25-44 yaş aralığındaki orta-üst sınıf erkeklerin olduğunu tespit etmiş. Erkeklerin %52’lik oranının yemek pişirmeyi hobi olarak gördüğü, seyahat etmekten ve yeni tatlar denemekten keyif aldıkları, Jamie Oliver ve Gordon Ramsay’in de favori aşçıları olduğunu belirtmiş.



Yıllardır yemek programlarını yerli ya da yabancı programlardan takip ederiz. Türkiye’de de böyle bir araştırma yapılsa çok farklı bir resim çıkacağını zannetmiyorum. Çünkü, Cafe Fernando’nun marifetli sahibi Cenk kadar olmasa da mutlaka her arkadaş grubunun içinde bir erkek aşçının bulunduğuna ve belirli aralıklarla bu sofraya davet edildiğinize eminim. Kim bilir belki şarkı ya da dans yarışmalarından vakit kalırsa (evli ya da bekar) erkeklerin katıldığı bir yemek yarışmasıyla içimizdeki cevherleri keşfederiz.

22 Ağustos 2008 Cuma

I want to ride my bicycle...

Başlığı görünce çoğunuz Queen’in meşhur şarkısını çoktan mırıldanmaya başlamışsınızdır. Petrol fiyatları her geçen gün artarken, Avrupa’daki otomotiv şirketleri yeni modellerin geliştirilmesini iptal edip, yıl sonu kar hesapları yaparken; birçok ülkede bisikletin, sadece spor için değil ulaşım aracı olarak da tercih edildiğini gözlemliyoruz. Üstelik Danimarka'dan Japonya'ya birbirinden zengin içeriğe sahip bloglar, bisikletin önemini artırmak için ellerinden geleni (iyi ki de) yapıyor: Copenhagenize, Amsterdamize, Momentum Planet, Velo-city Munich, Bike Darlington, vs.



Evet, İstanbul’da ne trafik adabı ne de can güvenliği var, üstelik bu şehirleri bizle nasıl karşılaştırabilirsin dediğinizi duyar gibiyim çok da haklısınız ama bakış açısını değiştirmeyi başaran topluluklar değerlerini yaymayı da biliyor. Tabii bu arada yan sektörlerin doğması, tasarımın önem kazanması, hatta aksesuarların moda ikonuna dönüşmesi de kaçınılmaz bir hal alıyor. Eh, siz de bisiklet kültürüne sahip olup/olmadığınızı öğrenmek isterseniz Copenhagenize’daki yazıyı okuyup kendinizi test edebilirsiniz.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

YouTube’ün yeni ekranı...

Her ne kadar YouTube’u seyrimiz engellense de hepimiz çok iyi biliyoruz ki meraklıları değişik proxy’ler üzerinden bu çok tıklanan siteyi kesintisiz takip ediyorlar. Bugüne kadar içeriği kullanıcıları tarafından oluşturulan site Haziran’dan beri bağımsız filmlere hem maddi hem de manevi destek sağlamak amacıyla yeni ekranının, “The Screening Room”, tanıtımını yaptı.

Her hafta, (daha önce festivallerde gösterilmiş ya da ilk kez bu platformda seyredilecek) 4 bağımsız filmi yayınlayacak olan YouTube, böylece yeni bir özellik daha kazandı. Bu pek tabii Amerika’nın keşfi gibi bir fikir değil ancak markaya hareket getirdiği de bir gerçek. Üstelik, bundan sonrası için sitenin reklam gelirlerine ek kazanç ya da festivallerin YouTube ile ilişkilerinin daha da ısınması söz konusu olabilir. Bu arada, çeşitli bloglarda pek methedilen “4960” filmini en kısa zamanda ben de izlemeye çalışacağım.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

(Neredeyse) yenebilir kozmetikler...

Organik ürünler sadece gıda ve tekstilde değil, kozmetikte de gittikçe öne çıkıyor. Mesela, Dr. Murad markasına ait “nar” içerikli ürünlerin reklamları lüks eczanelerin camlarını kaplıyor. Yurtdışında, %100 doğal, kimyasallardan uzak, kobay olarak hayvanları kullanmayan, ambalajı ya da üretimiyle çevreye saygılı veya satın alınan her üründen çevreci bir sivil toplum kuruluşuna bağışta bulunan markalar her geçen gün çoğalıyor. Crema de Cacao, Mod.Skin Labs, Be Fine bunlardan sadece birkaçı...



Japonya’dan Hiina ise %100 soya sütünden yüz maskesi üreterek inovatif markalar arasına katıldı. Tamamı kadınlardan oluşan Hiina yetkilileri, sake üreticileri ve tofu yapanların pürüzsüz ve parlak ellere sahip olduğunu tespit eder etmez çalışmalara başlamış. Beşli paketlerde satılan maskeler, doğal içeriğe sahip olduğundan haliyle gıda fabrikasında üretiliyor.



Ne dersiniz, gelecekte, sabah akşam kullandığınız kozmetik ürünleri yiyebileceğinizi de düşünebiliyor musunuz?

14 Ağustos 2008 Perşembe

Smushi mi, o da ne?

Mutfak, bir kültürün en önemli unsurlarındandır. Kuzey ülkelerin mutfağında neler ön plana çıkar derseniz, ben de envai çeşit deniz ürünü ve bol tereyağlı pastane işleri derim. Kopenhag’taki Royal Cafe de, hem dekorasyonu, hem garsonların kıyafetleri, hem kahve sunumları, hem de mutfak literatürüne kattıkları yeni kavram ve tadla adlarından söz ettiriyorlar. Smushi, Danimarka’nın yerel tadı smørrebrød (açık sandviç) ile sushi’nin birleşimden oluşuyor. Boyut olarak sushi'den etkilendiğinden porsiyonlar sandiviçe göre daha küçük.



Kafenin sahibi “gastronot” Rud Christiansen’ın bu buluşunun ayakları yerden kesip kesmediği tartışılır. Ancak, kelime dağarcığımıza yaptığı ekleme, smushi’nin ders olarak Kopenhag'taki mutfak okuluna kabul edilmesinin yanı sıra bu cafe konseptinin (smushi de dahil) bu yıl içinde Singapur, Tokyo, Seul ve Taipei’ye ihraç edilmesi planıyla fark yarattığı gerçek.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Yükselen Polonya...

2004 yılında Avrupa Birliği’ne giren eski Doğu Blok ülkeleri içinde İngiltere’ye en fazla göçü veren ülke Polonya olmuş. İngiltere’nin ağırlıklı tarım ve inşaat işçisi, çocuk bakıcısı ve hemşirelik açığını karşılayan Polonyalılar azımsanmayacak bir sayıya ulaşınca perakende ve finans sektörünün de haliyle ilgisini çekmiş. 2. Dünya Savaşı’ndan beri birbirlerine gönül bağlılığı duyan, bunun için bir müzeye evsahipliği yapan Londra’da, o dönem göç etmiş olanların açtığı şarküteriler hala butik hizmetlerini sunmakta. Yaklaşık 750.000 Polonyalının yaşadığı ülkede The Sun, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın etkisiyle Polonyaca ek yayınlayan ilk gazete oldu. Ancak bu rüzgar artık ters esiyor.

Polonya ile İngiltere’deki yaşam standartları arasında ciddi fark bulunması İngiltere’ye çalışma başvurusunda bulunanların oranında azalmaya, hatta Polonya’ya geri dönüşlere sebep vermeye başlamış. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası’na Ukrayna ile beraber evsahipliği yapacak olan Polonya’nın her seviyede kalifiye insan gücüne ihtiyacı artıyor. AB ile birlikte finans sektörünün de ciddi ilgisini çeken Varşova, dünyaca ünlü tasarımcıların elinden çıkma binalarla çekim alanı olmaktan da geri kalmıyor. Zlota 44, Polonya kökenli Amerikalı mimar Daniel Libeskind imzalı. 251 lüks dairesiyle Varşova’nın panoramik manzarasına hakim bir konumda.



Sırada ise projesi onaylanan 240 mt yüksekliğinde, lüks dairelere, otele ve alışveriş merkezine sahip olacak Zaha Hadid imzalı Lilium Tower bulunuyor. Son birkaç yıldır yurtdışı turizm destinasyonlarımız arasında öne çıkarılan (outlet centerlı :=) Varşova, Krakow ve hatta Gdansk’ı yakınen takip etmekte fayda var.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Oturduğunuz ya da yattığınız yerde esinti

Günlük hayatımıza etkisinin hala tam olarak gerçekleşmediği nano teknolojinin niemtlerini beklerken Zihni Sinir projeleriyle ünlü Japonlar bazı sıkıntılara son vermeyi başarıyor. Belirli bir süre sonra ısınan koltuğun ya da sandalyenin yarattığı sıkıntıdan rahatsız olanlarınız mutlaka vardır. Klimalı yataklar ve kıyafetler üreten Kuchofuku firması, satış fiyatı 89 dolar olan ve pille çalışan Suzukaze’yi yaratarak şimdilik bu soruna çözüm üretmiş. Üstelik uzun araba yolculukları için de çözümü hazır. Teknolojinin daha ileri fırsatlar sunmasını bekleyene kadar belki de gözü açık üreticiler oturma gruplarının, yatakların ya da araba koltuklarının içine bu teknolojiyi entegre ederek rakiplerinden ayrışmayı başaracak.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Doğal ve organik gıda devi Türkiye'ye gelir mi?

Hala “gelişmekte olan” statüsünden kurtulamayan “yalnız ve güzel ülkem” irili ufaklı markaların ilgisini çekmeye devam ediyor. Sanırım şu zaman dilimi için en son bomba, Best Buy. Elektronik ürünler pazarında bu kadar çekişme yaşanıyorken, Best Buy’ın ortamı daha da kızıştıracağına eminim. Peki ya benzer durum market piyasasında yaşanır mı? Birkaç yıl önce Tesco geldi ama ben “yeşil”in bu kadar gündemde olduğu bir dönemde organik ve doğala yatırım yapan Whole Foods’tan bahsediyorum.



1980 yılında kurulan Whole Foods, şu an Amerika, İngiltere ve Kanada’da doğal ve organik ürünlerde dünyanın en büyük perakendecisi. Felsefeleri, ekip biçtiğimiz ve verim aldığımız bu topraklarla insanoğlunun zincir ilişkisini simgeliyor: “Whole Foods, Whole People, Whole Planet”. Yerel üreticilere yönelik kredi programlarıyla marketlerinde satılacak ürünlerin sürekliliğini ve verimini artırmaya çalışıyorlar. Tabii ki, her marka gibi Whole Foods ve ürünleri hakkında da türlü yorumlar mevcut ama hizmet kaliteleri ile rakiplerinden çoktan ayrışmış durumdalar. Üstelik, Amerika ya da İngiltere’deki rakipleri doğal ve organik konusundaki yapılanmalarını yeni oluşturuyorlar.



Evet, Türkiye’de sebze/meyve alışverişi ağırlıklı pazardan yapılıyor. Şişli’deki organik pazarın geçmişi de çok değil ancak süpermarketlerimiz gıda ürün satın almalarına benzer anlayışla mı yaklaşıyor? Bunun için bir destek ya da yatırım yapılıyor mu? Üstelik Alara Tarım gibi uzmanlaşmış ve ayrışma başarısını yakalamış bir dev de bu topraklardan çıkma. Metropollerimizdeki bilinçli tüketicilerin sayısı gittikçe artarken, süpermarketlerin bu konuya verdikleri önem rakiplerinden ayrışmalarında önem kazanacaktır.

5 Ağustos 2008 Salı

İskandinav tasarımının ustasına saygısı...

Finlandiya diyince aklınıza ilk ne gelir bilmiyorum ama benim aklıma, “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabı, Marimekko ve tabii ki Alvar Aalto geliyor. İskandinav ülkeleri tarafından “Modernizmin Babası” olarak da nitelendirilen mimar/tasarımcı adına şimdi de üniversite kuruluyor. Sadece eserleri değil adına kurulmuş vakıf, akademi, mimarlık ödülü ile de yaşatılan Aalto, şimdi de saygın bir üniversite ile yaşatılacak. Helsinki School of Economics, University of Art and Design Helsinki, Helsinki University of Technology’nin tek çatı altında toplanmasıyla oluşacak yeni eğitim kurumu, Ağustos 2009’da öğrencileriyle buluşacak. Yolunuz bu ay sonuna kadar Estonya'ya düşerse Tartu Üniversitesi'nde Aalto adına açılmış sergiyi ziyaret edebilirsiniz.

3 Ağustos 2008 Pazar

Helvetica'dan sonra yeni film yolda.

Geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen Helvetica’nın yönetmeni Gary Hustwit’in yeni filmi yolda: “Objectified”. Meşhur font Helvetica’nın 50. doğumgünü şerefine hazırlanan ilk filmin ardından Hustwit, şimdi de endüstriyel tasarım üzerine bir proje hazırlığında.



Yapım süreciyle ilgili güncel bilgilere ulaşılabilecek bloğun ilk yazısında Hustwit, filmlerinin çıkış noktasını tamamıyla merak olarak nitelendiriyor. Ne grafik ne de endüstriyel tasarım konusunda uzman olan Hustwit, her iki konunun hayatımızı ne kadar etkilediğinden yola çıkarak "tasarımcılar bir akşam yemeğinde buluşsalar ne konuşurlardı" üzerine yoğunlaşıyor. Filmin, 2009’un ilk aylarında gösterime girmesi hedefleniyor. Keyifle bekleyeceğiz.