29 Ocak 2009 Perşembe

İklimin geleceği...

Sürdürülebilir büyüme için çalışan İngiltere kökenli Forum for the Future, HP Labs ile ortaklaşa, “İklimin geleceği: 2030 için 5 senaryo” başlığında bir rapor yayınlamış. İklim değişikliğinin politik, ekonomik, sosyal ve psikolojik yansımalarını içeren bu hikayeler, tamamıyla dikkat çekmek için kurgulanmış ama geleceğimizi düşünmemiz için ciddi meydan okumalar içeriyor.

Herkes iklim değişikliğine konsantre olmuşken rapor ilk olarak, 2030’a kadar doğal kaynaklarımıza (su, ekilebilir topraklar, yeşil alanlar, deniz balıkçılığı, madenler) odaklanıyor. Malum 6,7 milyar olan dünya nüfusuna, o tarihe kadar 1,5 milyar daha eklenmesi öngörülüyor. Bunun yanı sıra, ulusal ve uluslararası politikaların belirsizliği (hala Kyoto’yu imzalamadık) ve teknolojinin olumlu anlamda sağlayacakları da senaryoları etkileyen faktörler arasında.

Her ne kadar aşağıdakiler kurgu olsa da, biri ya da birden fazlasının birleşimiyle farklı senaryoların gerçekleşeceği kesin. Çok geç olmadan hala çözümün bir parçası olabiliriz. Gelelim öne çıkan 5 senaryoya:

İlk önce verim: Bu varsayıma göre inovasyon sağolsun, iş yapış şeklimizde ya da hayat tarzımızda bir değişikliğe gerek yok. Ama dünyamız, bireysel ve hızlı tüketimin doruk noktasına ulaştığı bir ortama dönüşüyor. Nanoteknoloji sayesinde akıllı tozlar, doğal hayatı ve çevreyi sürekli gözetliyor, yapay etler yetiştiriliyor (bu, Edge’de de bahsediliyordu), Amerika’nın doğusu, fırtınalara karşı ekolojik duvarla korunuyor, 2018’de Bengal kaplanının soyu tükeniyor, Batı Avrupa’nın enerjisini üreten Sahra Çölü, Güney Afrika Borsası’na kote oluyor ve ilk Cezayirli trilyoner, zenginler klübüne giriyor.



Hizmet dönüşümü: En pahalı emtia, artık karbon. İhtiyaçlara cevap verebilmek için şirketler ürün yerine hizmet satıyor. Bulaşık makineleri pahalı, tek başına araba sahibi olmak nerdeyse imkansız. Yeni düzen; komşunla paylaş. Avustralya’nın orta kesimleri ile Oklahama susuzluk nedeniyle boşaltıldı. Aşırı uçtaki iklim partileri, belli tavizleri koparabilmek için dikkat çekmeye çalışıyorlar. Güney yarımküre nüfusu patlamış durumda, fiyatlar almış başını gidiyor. 2025’te Libya’da görülen ortalama sıcalık 60°C. İlk sanal Olimpiyatlar 2028’de düzenliyor.



İlerlemeyi yeniden tanımlamak: Yeni önceliklerimiz “hayat kalitesi” ve “refah”. Ülkeler refah seviyesinde birbiriyle yarışıyor ve Uluslararası Refah İndeksi’nde Güney Kore Devlet Başkanı, ekonomik büyüme oranını sıfır, asıl hedeflerinin ise hayat kalitesini iyileştirmek olduğunu açıklıyor. Çin’de empati makineleri peynir ekmek gibi satılıyor. Ama “mutluluk” ne yazık ki küresel değil. Hala büyük şehirler kendilerini kapitalizmin cenneti olarak konumlandırıyor. Bununla baş edemeyen fakirler yaşam savaşı veriyor. 2017’de, Amerikalı uzmanlar intihar salgını konusunda uyarıyor. Şehirlerde “kendin yap (DIY)” kulüpleri çoğalıyor. 2022’de İngiltere’de perakende markası, kazaktan çok örgü için yünün satıldığını açıklıyor.



Çevre savaşı ekonomisi: İklim değişikliğiyle mücadele için çok ciddi önlemler alınmaya devam ediyor. Çocuk sahibi olmak için izin alınması gerekli. Artık her evde karbon monitörleri bulunuyor. Eğer enerji kotası aşıldıysa ne kettle ne de bulaşık makinesi çalıştırılamıyor. Yeni Zelanda’nın %18’lik nüfusunu, sellerden etkilenen Bangladeşliler ve yaşam yerleri sular altında kalan Pasifikliler oluşturuyor. 2020’de kuzey yarımkürede kış hiç yaşanmadı. 2029’da Antartika’da ilk yerleşim 2029’da başladı ve 10 yıla kadar da 3,5 milyon insanın yaşaması bekleniyor. Tabii bu arada kıta maden açısından yağmalanmaya başladı.



Korumacı dünya: Küreselleşme gücünü kaybediyor. Ülkeler, her ne pahasına olursa olsun doğal kaynaklara ulaşmaya ve güvenliğe odaklanıyor. Ortadoğu ve Afrika’da su yüzünden bio-kimyasal savaş patlak veriyor. Askerler, Kuzeybatı pasajının erimesiyle ortaya çıkan petrol, doğal gaz ve altına ulaşmak için mücadele ediyor. Ortadoğu ile Güney Asya’yı sanal dünyaya bağlayan Akdeniz’deki kablo altyapısına terörist saldırı. Tamiri kim yapacak belli değil. AsiaNet, 1 milyarıncı üyesini bünyesine kattı. 2022’de Fransa ile Cezayir Hükümetleri arasında sivil toplum kuruluşlarının şimşekleri çeken anlaşma: 10 yıllık nükleer atığa karşılık, 80.000 mülteci. Güney Afrika Birliği, güneş enerjisi kaynağı sebebiyle Avrupa Birliği aday ülkesi olmak üzere davet edilen Fas’a tepkili. 2029’da Coca Cola, kuruluşundan bu yana ilk kez dağıtımının küçüldüğünü açıklıyor. Hemen ardından bölünen şirketin her iki parçası da, “orjinal tad”ın gerçek sahibi olduğunu savunuyor. “Küreselleşmenin Sonu” kitabı en çok satanlarda 1 numara.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Captain Organic, İstanbul’daydı...

Çalışmalarında nadide ve benzersiz olanı yakalamaya çalışan İngiliz tasarımcı Ross Lovegrove'un ülkemizdeki ilk kişisel sergisi “Ezeli” 28 Şubat’a kadar Galerist’te olacak.



Her ne kadar VitrA için tasarladığı İstanbul koleksiyonun 100’ü aşkın parçadan oluşması için ısrarcı davranmış olsa da, eserlerine bakıldığında sınırları zorlamaktan çok hoşlandığı belli oluyor. Mobilya tasarımında ilk kez magnezyumu kullanarak sandalyenin Ferrari’sini tasarlaması (Go), Ty Nant için tasarladığı su şişesi ya da kendi ofisi için James Watson’ın DNA sarmalından etkilenerek ürettirdiği 250.000 dolarlık merdiveni... Hepsi yalın, modern ve benzersiz... Şimdi “biomimicry” diye nitelenen kavramı çoktan çözüp tasarımlarına yansıtan Lovegrove için varsa yoksa form ve de organik. En çok etkilendiği durum da doğadaki büyüme ve gelişim süreci. Yani, bitkinin gelişimi, suyun taşta açtığı delikler, balina omurgası, vb...



Sergide yer alan eserler daha önce sadece New York’taki Philips de Pury’de sergilendi ama Lovegrove, şehrimize aşina olması (tarihini bilmesi, kişisel dostluklar edinmiş olması, çok kez gelip gitmesi) sebebiyle hoş bir de sürpriz yapıyor. Karbonfiberden olma, androjen görünümlü “Ridon” isimli motosikleti dünyada ilk kez bu sergide meraklılarının beğenisine sunuyor.



Geçen Cumartesi günü hem eşiyle hem de kendisiyle tanışma fırsatı elde ettim. Lovegrove ne kadar centilmense, ofisinde kendisine yardımcı olan mimar eşi Mishka da o kadar kibar. Lovegrove’a beni kırmayarak sergi anısına ekteki kartpostalı imzaladığı için tekrar teşekkür ederim.

22 Ocak 2009 Perşembe

İnovasyonun açığı kapalısı mı olur?

Kesinlikle hem açığı hem kapalısı birarada olur. “Crowdsourcing” diye bahsettiğimiz kavramın kökenini, ilk kez 2003 yılında UC Berkeley Haas School of Business’ın hocalarından Henry Chesbrough işlemiş. “Şirketler, geliştirdikleri yenilikleri daha fazla sır olarak saklayamazlar. Şirketler için başarıya giden yol, müşterilerini, çalışanlarını hatta rakiplerini biraraya getirebildikleri açık bir platform geliştirerek olur.”



İşte aynı Chesbrough önderliğinde şimdi de üyelik sistemine dayalı, Coca Cola, Kraft ve Philips gibi 32 süper kurumun üst yöneticilerinden oluşan Berkeley Innovation Forum kuruldu. Grup yılda 2 kez dışarıya kapalı şekilde toplanıyor ve sektörler arası bilgi paylaşımında bulunuyor. Grup, sadece kendilerine özel bir sistemle sanal dünyada da iletişimlerine devam ederken, yıllık üyelik bedeli olarak 10.000$ ödüyor. Şimdiki gündem maddeleri de, yeni fikirleri daha iyi sağabilmek için şirketlerle üniversitelerin arasındaki iletişimi nasıl kuvvetlendirebilecekleri üzerine.



Tam da bunun üzerine, Business Week’te yayınlanan haber, bu ve benzeri oluşumlarla daha çok karşılaşacağımızın sinyalini veriyor. Çin hükümetinin girişimi doğrultusunda, Cambridge ile Tsingua Üniversiteleri bilim ve teknolojide inovatif açıdan devrim yaratacak araştırma-geliştirme konuları üzerine güç birliği yapmak için adım atıyor. Halihazırda Cambridge Üniversitesi, Kodak, Nokia, Unilever ve P&G’nin de içinde olduğu 30 şirketle işbirliği yapıyor. Yeni anlaşmayla Cambridge’in bugüne kadar elde ettiği icra gücü, Çin pazarına yayılmasıyla daha da kemikleşecek.

Kimileriniz için çok iyimser bir düşünce gelebilir ama bizim üniversitelerimizin ve kurumlarımızın da tren kaçmadan, bu fırsatları takip etmesinde ve harekete geçmesinde fayda var.

19 Ocak 2009 Pazartesi

“Barcelona Chair”in arkasındaki gizli tasarımcı...

Bundan sonra, bu satırlardan tasarımın tarihi üzerine ufak hikayeler de paylaşmak istiyorum. İlk hikayemiz de, tasarıma ve mimariye adını kalın harflerle yazdırmış güçlü bir ismin iş ve hayat arkadaşı üzerine ... Güçlü isim; Bauhaus ekolünün önemli isimlerinden, modern mimarinin babalarından, Amerika’ya göç ettikten sonra Chicago’yu Chicago yapan eserler oluşturan, meşhur “less is more” lafının sahibi: Mies Van der Rohe...



Yıl, 1929... Mies hala anavatanında yaşarken, Barcelona Fuarı için geçici olarak tasarladığı Alman pavyonu ve dekoratif ürünleri olay olur. İşte bu pavyonu tamamlayan ve günümüzde hala ikon eser olma özelliğini koruyan Barcelona Chair de bu yıl 100 yaşına ulaşır. MOMA’nın sürekli koleksiyonunda yer alan bu koltuğu, çakmaları bol olsa da nerde görseniz eminim sizler de kolaylıkla tanırsınız.



Ve bu koltuk, hep sadece, Mies’e atfedilmiştir. Ancak, tasarım tarihine dönüp baktığımızda koltuğun bir eş tasarımcısı olduğunu öğrenir ve bu noktada güçlü ismin iş ve hayat arkadaşıyla tanışırız : Lily Reich. Profesyonel iş hayatına moda tasarımı ile başlayan Reich, 1920 yılında 35 yaşındayken Almanya’nın tasarım üzerine en önemli birliği Deutsch Werkbund’un ilk kadın yöneticisi olmayı başarmış güçlü bir figür. Reich ve Mies’in yolları da işte bu dönemde kesişiyor ve 1938’de Mies’in Amerika’ya göçüne kadar sürüyor. Her ne kadar tasarımlarda Reich imzası öne çıkmasa da tasarım tarihi; Lilly’ye hakkını veriyor ve konuyu bayağı ileri götürerek Mies’in Amerika’daki yaşamında başarıyla sonuçlanmış hiçbir mobilya ya da sergileme ünitesi üretememesini Reich’in yokluğuna bağlıyor.



Eğer Reich, Amerika’ya gittiğinde sevip kalsaydı, ya da ülkesine döndüğünde savaş çıkmasaydı ya da zamansız bir hastalığa yakalanmasaydı, Lilly Reich neler üretirdi? Acaba, tasarım dünyası, Charles ve Ray Eames gibi meşhur bir çifte ve tasarımcılara hala ilham vermeye devam eden sayısız esere sahip olur muydu?

16 Ocak 2009 Cuma

Zihni sinir Japonlardan kedisevenlere özel!

Temmuz 2008’de yayınladığım “Yedek Yaşamlar” başlıklı yazımda Japonların, düşen doğum oranı ve artan yaşlı popülasyonuyla bağlantılı olarak oyuncak bebeklere karşı bir tutku beslediklerinden bahsetmiştim. Aynı duygu, evcil hayvanlardan özellikle kediler için de geçerliymiş.



Japonya’nın önde gelen holdinglerinden Asahi Kasei’nin inşaat grubunun tasarladığı yeni ev, sadece evsahiplerini değil kedilerinin ihtiyaçlarını da düşünmüş. Kullanılan malzemelerin pati izi bırakmamasından merdiven altındaki gizli tünellere, rahat atlayıp zıplamaları için tavana monte sıralardan kaçmamalarına yönelik pencere panellerine kadar herşey en ince ayrıntısına kadar hesaplanmış.



Kimileri için saçma ya da komik gelebilir, ama alım gücü yüksek Japonların bu ihtiyacını fark ederek, ilk davranmaları Asahi Kasei’nin rakipleri arasında farklılaşmasını sağlıyor. Üstelik, internet sağolsun, konu, Japonya’yı çoktan aşmış durumda. Haber, kediseverler ya da en fazla ziyaret edilen ev dekorasyonu bloglarında dolandığından; meraklıların, yakınlarındaki bir IKEA mağazasına gidip birkaç rafla, evcil hayvanını düşünerek evinde değişiklik yapması hiç de zor değil.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Konteynerde yaşam...

İster taşımacılık sektöründen geri dönüşümle elde edilerek yapılsın isterseniz sıfırdan, konteyner evler ya da binalar da artık tasarım harikası. Herhangi bir inşaat yapılıyorken çalışanların konakladığı ya da doğal bir afette yerleşim yeri inşa etmek için en pratik ve hızlı çözüm olan prefabrike örnekler yeni bir olgu değil. Üstelik, standart kimliğinden çıkıp zümrüdüankaya dönüşen bu çalışmaların tarihçesi çok eskilere dayanmıyor. Otelden okula, modern tarzdan ekolojik versiyonlara kadar çok çeşitli örnekleri de mevcut.

Ardındaki sebepler arasında yükselen emlak fiyatları veya artan popülasyon sıralansa da konteynerden yola çıkılarak geliştirilen çözümlerin, mevcut pazarından farklı bir açılıma sebep olduğu gerçek.



Mesela, yukarda görülen Adam Alkin’in Quik House’unun yaklaşık değeri 185.000$, üstelik 6 ay sıra beklemek zorundasınız. Alchemy Architects tarafından hazırlanan Wee House ise, modüler ve çeşit çeşit (altta resmi görülen ev bana Han Tümertekin’in Selman Bilal için tasarladığı ödüllü çalışmayı anımsattı)! İstediğiniz planı seçerek, güvenli bir eve, ofise ya da yazlığa sahip olabilirsiniz. LOT-EK ise kargo konteynerlerini geri dönüştürerek çözüm üretiyor.



Ne dersiniz? Şehir popülasyonun 2050’ye kadar artacağına değinmiştim. Genişledikçe genişleyen, yerleşim için pek alanı kalmayan, üstüne bir de ulaşım sorunu çeken şehirlerin merkezlerinde, bu şekilde düzenlenecek proje önerileriyle rahatlamaz mı? Hala tek başına koca koca evlerde yaşayanlara Amsterdam ya da Tokyo örneklerini hatırlatmak isterim. Ya da Dominique Gonzalez-Foerster’in minyatürleşme trendine gönderme yaparak, örnek gösterdiği Gulliver hikayesi gibi biru falma küçülme, gökdelenler yanında konteyner yaşamlar da yeşerebilir mi? Ya da gecekondu mahallerini rehabilite etmeye yönelik sosyal sorumluluk projesi geliştirilebilir mi?

12 Ocak 2009 Pazartesi

19.20.21

19.20.21’in açılımı; 19 şehir, 20 milyon nüfus ve 21. yüzyıl. Londra, Tokyo, New York, Pekin, Rio ve İstanbul gibi yüzyılımızın yükselen değeri “süperşehir”ler üzerine bir çalışma. 1800’lerde dünya nüfusunun sadece %3’ü şehirlerde yaşarken bu rakamın 2050’de 2/3 olarak değişmesi öngörülüyor. Şehirlerin yüzyıllara göre nüfus gelişimlerini gösteren sayıların nasıl katlanarak büyüdüğünü açılış sayfasındaki sunumda görebilirsiniz. Mesela yıl 1000 iken, ilk 10 şehirden biriyiz ve nüfusumuz 300.000. 1800’de 570.000 olmuşuz. 2005’te nerdeyse 10 milyon (ve bu sayının şu an ne olduğu hala şaibesini korusa da ne kadar kalabalık olduğumuzu bizzat yaşıyorsunuz).



Peki projenin temel amacı ne? Küresel bir dünyadan bahsederken (aynı coğrafyadaki iki şehir bile birbirine benzemeyen özellikler barındırırken) metropollerin, bu kadar hızlı büyüyen nüfusu nasıl kaldıracağı, özel ya da kamusal kurumların ihtiyaçlara yeterli derecede yanıt verip veremeyeceği. Bu yüzden 5 yıl boyunca 19 süperşehirde sürecek araştırma, hem karşılaştırmalı hem de istatiski bilgi sunmayı hedefliyor. Demografiden altyapıya, enerji kullanımından afet riskine kadar toplam 14 başlıkta incelenecek şehirler hakkındaki bilgiler, internet, yazılı ve görsel basın, sergi ve seminerler aracılığıyla paylaşılacak.



İlk serginin, bu yıl içinde Singapur’daki ArtScience Müzesi’nde gerçekleşmesi planlanıyor. Projenin sonuçlarını, ne kadar gerçekçi olduğunu, geleceğimize nasıl ve ne kadar ışık tutacağını hep birlikte göreceğiz.

9 Ocak 2009 Cuma

Edge’den düşünce düellosu…

1981’de Reality Club olarak hayatına başlayan Edge Foundation, 1988’de keskin beyinlerin entellektüel, felsefi, edebi ve artistik konular üzerine görüşlerini belirttiği bir oluşuma dönüşmüş. Bilimadamı, sanatçı, felsefeci gibi alanının değerli isimlerine yöneltilen sorularla insanlığın gelişiminde hangi fikir ve yeniliklerin gerçekleştirileceğine yönelik sanal dünyada bir tartışma alanı yaratılıyor. Yeni yılla birlikte de büyük bir soru yöneltiliyor. 2009’un düello sorusu ise; “Herşeyi ne değiştirecek? Oyunun kurallarını değiştirecek hangi bilimsel fikir ve gelişmeleri görmeyi bekliyorsunuz?”. Birbirinden önemli 151 ismin yanıt verdiği çalışmadan benim seçtiklerim:

The Computational Brain kitabının yazarı Terrence Sejnowski, bilgisayarların yeni mikroskoplar olduğunu ve 2015’te beynin hesaplama gücüyle ilgili devrimsel tespitlerde bulunmasına yardımcı olacağına inanıyor.



The Secular Conscience kitabının yazarı felsefeci Austin Dacey ise et yetiştiriciliğine dikkat çekmiş. “Hiçbirimiz hayvan yemiyoruz. Sadece belli bölümlerini, o da parçalar halinde. Peki kültür balıkçılığı gibi kültür etçiliğine ne dersiniz? 2000’den bu yana NASA, uzay yolculukları için japonbalığının etini kültürleştirmeyi başardı. O zaman? Ulaşılmamış topraklarda serbestçe dolaşan tohumlar…Domates, Antlarda sadece vahşi bir meyve iken… Ve bir zamanlar et, hayvanlarda yetişirken…”



Berlin’de yaşayan sanatçı Tino Sehgal, günümüz toplumunda maskülenliğin bulunduğu durumdan yola çıkarak, kendi oğlu büyüdüğünde nasıl bir manzarayla karşılaşacağını merak ederken, Londra’daki Serpentine Galerisi’nin küratörü Hans Ulrich Obrist ise Immanuel Wallerstein’ın sözlerine gönderme yapıyor: “Tatmin olabilmek için hem bireysel hem de kolektif anlamda bazı kurumlar emtia olmaktan çıkacak. Okul ve hastanelerin kar güden kurumlar olması yerine, bunu terse çevirmek. Üstelik, mevcut ortamda insanların tepki gösterdiği olguların başında metalaştırma gelirken.”



Discover Dergisi’nin Editörü Corey S. Powell, genetik harikası çocukların olasılığının %80, yaş ortalamasının 120 olarak belirlendiği bir ortamda 200’ün (belki de 1000’in) %60, sentetik telepati (başkasının vücuduna hükmedebilme) olasılığını ise %60 olarak belirtmiş.

Sunborn kitabının yazarı Gregory Benford’ın da 150’ye kadar yaşama düşüncesine karşı, Columbia Üniversitesi’nden Profesör Emanuel Derman, uzun yaşamla birlikte hiçbirşeyin eskisi gibi olamayacağını belirtmiş. “Kimse hastalanmıyor, kimse yaşlanmıyor. Suratınıza baktığınız kişinin aslında kaç yaşında olduğunu tahmin edemiyorsunuz. Yeni insanlara yer yok. Bu durumda herşeyin yavaşlaması gerekir. Peki asıl işi kim yapacak? Gönüllü olanlar ya da ölümsüzlüğü seçen gönüllüler.”

© Edge

8 Ocak 2009 Perşembe

Güzelim, güzelsin, güzel...

2008’in son gününü yeni yıl için güzel dileklerde bulunarak kapatmıştım. Son 3-4 aydır gündemden inmeyen ekonomik krizin bünyemizde yarayatacağı olumsuz etkilere karşı işte size bu yılın güzellik, yiyecek ve spor trendleri...

Dış güzelliğin ne yediğimiz ve içtiğimizle birebir alakalı olduğunu daha önce paylaşmıştım. Somon, badem, “berry” uzantılı her meyve, brokolinin yanı sıra hem balık hem de zeytinyağının faydalarını artık herkes iyi biliyor. Ancak öncelikle yoğurtlarla birlikte tanıştığımız can dost probiotikleri kozmetik ürünlerde daha sık görmeye başlayacağımızın altını kalın hatlarla çizebiliriz. Mintel’in açıkladığı trend araştırmasına göre yaşlanmaya karşı etkili olan ve Japonlar tarafından 5 yıl önce keşfedilen mucizevi meyve “acerola” özlü kozmetik ürünler daha fazla kitleyle buluşacak. Yani 1-2 yıl önceki nar yerini acerolaya bırakacak gibi görünüyor. Bu arada baobablı meyve suları ya da enerji barları çoğalacak (tabii önce yurtdışında sonra bizde :=)



Kriz, ev yapımı herşeyin (ister kozmetik, ister yemek) öne çıkacağını basbas bağırtıyor. Bu yüzden balkonunuz müsaitse ya da varsa bahçenizde salata için gerekli olan malzemeleri yetiştirmeye başlayabilirsiniz. Ama yurtdışında Thai mutfağı popülerliğini yavaş yavaş Peru’ya bırakacak deniyor. Mojito ve Caipirinha'nın tadını bilenler için yeni tad Pisco Sour olabilir.



Peki, ya spor? Vücuda ciddi esneklik kazandıran yoga, pilates, alternatif egzersiz programları derken tekrar temellere dönüleceği öngörülüyor. Özellikle uzun ve stresli çalışmanın sonucunda belimize (hem karın hem de sırt) daha çok dikkat etmemiz gerekeceği belirtiliyor. Biliyorum, baklavaları oluşturmak (6-Pack Abs) hiç de kolay değil. Ama eve bir tane Swissball alırsanız (malum kriz :=), bir de CD/DVD, ufak ufak beden yatırımınıza da başlayabilirsiniz. Spor merkezlerini tercih eden ama zaman sıkıntısı çekenlere yönelik ise füzyon derslerin, mesela Yogalates, Spin-Yoga, Cardio-Salsa artacağı belirtiliyor.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Kitap soundtrack’leri...

Ann Mack, uluslararası dev reklam ajanslarından JWT’nin trendavcısı direktörü. 10 yıllık gazetecilik tecrübesinden sonra birkaç yıldır Amerikan toplumunun alışkanlıklarını inceleyip, detaylı raporlar üreten önemli bir ekibin başında.

2008’in son günlerinde yaptığı açıklamalardan biri de eğlencenin boyut değiştireceği ve içeriğin genişleyeceği yönünde. Örnek vermek gerekirse, yazarların, okurlarına ekstra bir hizmet daha sunacağını belirtmiş: kitap okurken dinleyebilecekleri şarkılar. Bu da hemen, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nde uyguladığı yöntemi hatırlatıyor. Deneyimse, işte size deneyim...


© Suchitra Prints

Keyifle izlenen bir filmin müzikleri sardıysa, derhal soundtrack’inin peşine düşmüyor muyuz? Kendini yenileyebilen, çizgisini bozmadan okurlarına farklı deneyimler yaşatmak isteyen yazarlarımızın yeni eserleriyle birlikte, 100 parçadan oluşan bir müzik listesiyle karşılaşırsanız şaşırmayın derim.