30 Haziran 2009 Salı

Petrol yetmez, turizmi de isteriz...

Geleceğin turizminden bahsederken, denenmemişin öne çıkacağından bahsetmiştik. Avrupa’nın kuzeyinde doğayla iç içe ve adrenali yüksek kısa kaçamaklar gittikçe daha çok rağbet görüyor. Dünyanın üçüncü büyük gaz ve dördüncü büyük petrol ihracatçısı Norveç de fiyort turizminden öte nimetlerini öne çıkarıyor. Üstelik, yaklaşık 1 milyar Pound harcayan Ulusal Karayolları Birliği’nin önderliğinde.


© Todd Saunders/Tommie Wilhelmsen, Vegar Moen

2015’e kadar sürecek proje çerçevesinde 1,850 km. uzunluğundaki 18 rota üzerinde panaromik fotoğraf çekebileceğiniz özel platformlar, bisikletçiler için dinlenme kulübeleri, trekkingçiler için arabalarını park edecekleri alanlar ya da piknik yerleri inşa ediliyor. Doğa, iklim ve kültürel zıtlıkları birarada barındıran ülkenin tasarımdan kopuk olması da düşünülemezdi zaten.



Mesela, geçen yıl açılan Juvet Hotel, turistik rotaların en önemli ikisinin çakışması noktasında olduğundan Karayolları, mülk sahibi ve Norveç’in önemli mimarlık ofislerinden Jensen & Skodvin’in işbirliğinde hayat bulmuş. Jensen ve Skodvin, turistik platform tasarımlarından biriyle 2009 Mies Van der Rohe Mimarlık Ödülü adayları arasında yer almış ama büyük ödülü kazanan (yine yabancıya gitmemiş :) Norveç Ulusal Opera ve Bale Binası'nın mimarı Snohetta olmuş. Hala çalışmaları süren diğer bir proje ise Kuzey ülkelerinin en önemli zincir otellerinden First Hotels’in Hafjell Dağ Oteli.



Kabul, kişi başına düşen milli gelirlerinin ülkemizle karşılaştırılması düşünülemez ama deniz-kum-güneşten öte zenginlikler barındıran ülkemizin ister yerli ister yabancı turiste yönelik daha farklı deneyimler sunmasının vakti gelip geçmiyor mu?

Kaynak: The Guardian

28 Haziran 2009 Pazar

Gelecekte paranızı nasıl alırdınız?

Cüzdanlarımızda kim bilir kaç çeşit mikrop taşıyoruz? Çamaşır suyunun performansını göstermek üzere reklam kahramanı olmuş bozukluklar her gün hayatımızda. Diğer taraftan yurtdışında da piyasası genişleyen temazsız ödeme sisteminin hayatımızı daha da kolaylaştıracağı öngörülüyor. Mesela, Japonya’da cep telefonuyla yapılan alışveriş hacminin 5 Milyar Pound’u bulduğu ve %80’inin de 15-24 yaş aralığındaki gençler tarafından yapıldığı belirtiliyor.



Design Council’in dergisi DCM’in bu sayısında işlediği konulardan biri de paranın geleceği. Her 10 İngilizden birinin aynı bizim gibi parasını yastık altında tutmasının en güvenilir yol olduğuna inandığını, İngiltere’de 330 yerel para birimi olduğunu, 1999’da Kanadalı ekonomist Herbert Grubel’ın Kanada, Amerika ve Meksika için “amero” adıyla ortak bir para birimi önerdiğini ama hiçbir zaman kabul görmediğini öğrenebiliyoruz.



Design Council da gelecekte fiziki bir paramız olur mu olmaz mı ya da olursa nasıl olur diye Conka Design, Fripp Design ve Dragon Rouge ile bir konsept çalışma hazırlamış. Geri dönüştürülebilir çipler, RFID’li bozukluklar ya da hammadde olarak tarımsal yan ürünlerin kullanıldığı ve ömrünü tamamladığında bioyakıt olarak değerlendirilebilecek alternatifler hazırlanmış.



Hepsi birbirinden iyi düşünülmüş fikirler de olsa bu noktada Cradle To Cradle’ın yazarlarından Prof. Michael Braungart’ın sürdürülebilirlikle ilgili görüşüne hak vermemek mümkün değil. Derdimiz, 2020’de mükemmelin nasıl bir şey olacağını hayal ederek mi tasarlamak olmalı yoksa manalı hedefler doğrultusunda iyi tasarımın peşine mi düşmeli? Malum her dönemin “mükemmel”lik anlayışı farklı olduğundan 2020’ninki de bugünden bilinemez. Para tasarımı için de teknoloji ya da ekolojiden de öte paranın 20 yıl sonra bize ne ifade edeceği ve hayatımızdaki önemini düşünmemiz daha doğru tasarımlar doğuracaktır.

25 Haziran 2009 Perşembe

Asılın pedallara...

Yaz geldi, karneler alındı, ilk ve orta öğretim sınavlarına girildi. Eminim, herkesin isteği ya da başarı hediyesi birbirinden farklı iken bisiklet hala bir arzu aracı ancak küresel ısınma ile birlikte gelişmiş ya da az gelişmiş toplumlarda ulaşım aracı olarak değeri her geçen gün yükseliyor.



Fransa’da Velib, geçen yıldan bu yana patlama yaşatmış durumda. Nerdeyse her kilometrede bir kiralama istasyonu var. Barcelona ve Brüksel’deki sistemler de ilgi görüyor. İngiltere’de OYbike cepten kiralama sistemini kurmuşken, Londra Belediye Başkanı Boris Johnson, Velib’e benzer bir hizmet için düğmeye bastı.

İster tek kişilik, ister aile boyu kullanabileceğiniz tasarım harikası bisikletler...

Şirket arabası yerine şirket bisikleti sunan Danimarkalıların klasiklerinden Velorbis



Christiana


Madsen


Kişiye özel Sorte Jernhest


Red Dot ödüllü Taga


Pedal çeviremem diyenlere GoCycle

23 Haziran 2009 Salı

Trendiary, Boğaziçi Dergisi’nde...

Tasarıma bu yoğunlukta merak saralı çok uzun bir zaman geçmemişken, üstelik Trendiary başlayalı daha henüz bir yılı yeni tamamlamışken 2009 benim için hoş deneyimlere sahne oldu.

Radikal Tasarım Eki’nde her ay düzenli yazıyor olmam, ünlü tasarımcılar Ross Lovegrove ve Harri Koskinen ile yine Radikal adına röportaj yapmam, Detour Sergisi kapsamında Moleskine defterimizin İstanbul’da sergilenmesi derken Nisan ayında üniversitemin mezunlarına yönelik yayınladığı Boğaziçi Dergisi, benimle röportaj yapmak istediğini belirtti. Ne yalan söyliyim, hem duygulandım hem çok heyecanlandım hem de büyük gurur duydum. Dile kolay, bugüne kadar bu satırlardan sıkça dile getirdiğim konular, Boğaziçi Dergisi ile birlikte tüm mezunlara ulaştı. Keyifle okumanız dileğiyle.





21 Haziran 2009 Pazar

Kurum DNA’nı keşfet, kopyalanmayı engelle...

Ziba Design, ürün, marka veya deneyim konusunda çalışan Amerika’nın önemli tasarım ofislerinden. Müşterileri arasında FedEx, KitchenAid, Microsoft ve Umpqua Bank gibi büyük markalar yer alıyor. Tasarım, duygular, öngörü ve trendlerin neden bu kadar iç içe geçmiş olduğunu Ziba’nın kurucusu Sohrab Vossoughi şöyle özetliyor: “Önce müşterinizin kendi kurumsal DNA’sını keşfetmesine yardımcı olmanız lazım ve bu DNA’yı diğer marka deneyimlerine genişletmeniz lazım. Kendi DNA’nızdan yeni deneyimler yarattığınız sürece, kimse yaptıklarınızı kopyalayamayacak.”


Intel's Think Tin Laptop

İşte bu nedenle Ziba Design, araştırmanın gücüne, trend ve tüketici öngörülerine çok önem veriyor. Tüketicilerin ne yaptığını değil, neden o tutumu sergiledikleri üzerine yoğunlaşıyor. Ziba Trends de, 6 kategori altında (Çirkin, Mutlu, Yaşlı, Ben, Biz ve İnsan) biriktirilen sinyalleri bir önceki yılla karşılaştırarak zamansız ürünler ve hizmetlerin yaratılması konusunda yol göstericilik yapıyor.


Umpqua Bank

Ziba Trends’e göre 2008’de “ben”, kişiye özel iken, 2009’da mikro markalar olarak tanımlanmış. “Yaşlı", 2008’de 65 iken 2009’da 85 olmuş. 2008’de iyi hissetmek mutluluk demek iken, 2009’da doğruyu yapmaya dönüşmüş.

İngilizce’de bir deyim vardır “kediyi, merakı öldürür”. Aslında merak, içi boş olmadığı sürece kendi içinde bir gelişimi barındırır. İster bireysel ister kurumsal radar sistemi kuranlar da eğer gelişime yönelik bir merak duygusunu yeşertebiliyorlarsa hem kendilerini keşfedebilir hem de sürdürülebilirliklerini sağlayabilirler.

18 Haziran 2009 Perşembe

Tasarımcının hissedilmediği tasarım...

Tasarım odaklı düşünme biçimini ilke edinmiş ve yenilikçi fikirleriyle ayrışmayı başarmış Frog’un aylık dergisi Design Mind’ın yeni sayısı, limitli erişimle internette. Ticari bir kurum olarak asli görevleri kar etmek olsa da, ödüle layık görülmüş bu yöntemleri sayesinde tasarım konularını kendi perspektiflerinden yorumlayıp kanaat önderi sıfatını yerine getirmeye çalışıyorlar. Aynı zamanda bu düşünce biçiminin gelişmesi için tetikleyici yeni kavramlar öne sürüyorlar.


Frog Design Kurucuları

Frog’ta başkan yardımcısı olan Robert Fabricant’ın kaleme aldığı makale, davranış değişikliğinde tasarımcının rolü üzerine yakın tarihte daha da önem kazanacak üç alanın çerçevesini çiziyor: İkna, katalizör ve performans tasarımı. Makalenin tamamında "kullanıcı odaklı tasarım" merkezde yer alıyor. Mesela Japon tasarımcı Naoto Fukasawa, bu kavramı bir adım öteye götürerek tasarımın rolünü kullanım kolaylığı değil davranış olarak özümsenmesi, hatta kullanıcının tasarımcının varlığından bile haberdar olmaması olarak belirtiyor.


Naoto Fukasawa

Merkezde insan varken, psikoloji ve algılamanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Mesela, ikna tasarımı için verilen örnek çok basit. Yapılan bir araştırmaya göre, elektrik faturası üzerine eklenen gülen surat kişinin enerji tüketimini %8 oranında azaltıyor. Katalizörlükte, etnografik araştırma, tüketicilerle beraber yaşayan, çeşitli sosyoekonomik sınıflardan insanın ürün/hizmeti nasıl deneyimlediğini birebir gözlemleyen yaklaşım ele alınıyor. Eğer hala duymadıysanız Nokia’nın tasarım araştırmacısı Jan Chipchase’i yakından takip etmenizi tavsiye ederim. Son olarak performansta ise empatinin önemi ve kullanıcının nasıl bir davranış sergilemesi bekleniyorsa ona göre bir deneyimin kurgulanmasından bahsediliyor.



Ülkemizde de kurumlar hizmet kalitelerini iyileştirmeye yönelik çeşitli araştırmalar yaptırıyorlar ancak en son ne zaman “inanmıyorum, bunu da düşünmüşler” dediğiniz bir yaklaşımla (ürün/hizmet) karşılaştınız? Big Brother gibi sadece gözetlemek değil, ne hissettiğiniz üzerine kafa yoran bir yaklaşıma rastladınız? Bunca çevreci geçinen firma içinde acaba hangisi faturasının üstüne gülen surat yerleştirip “bu ay daha düşük enerji harcamışsınız, teşekkür ederiz” mesajını eklemeye cesaret edebilir?

16 Haziran 2009 Salı

Ve sonunda, İstanbul Design Week (İDW) 2009...

Olucak mı olmayacak mı diye son dakikaya kadar belirsizliğini koruyan İstanbul Tasarım Haftası en sonunda başlıyor. Geçen yıl ertelenmesinin ardından eğer bu yıl da kazaya kurban gitseydi, sanırım bunca yeıl yapılmaya çalışılan konumlandırma çalışmaları yerle bir olacaktı. "Akdenizli Tasarım" temasının işlendiği İDW, 18-21 Haziran’da düzenleniyor ve tek bir mekan yerine şehrin merkezi sayılan 4 bölgesine yayılmış durumda.



Mesela, yarın akşam Haliç’te renove edilen Şapka Fabrikası’nda Milano ve Şangay’dan sonra 3. Design Library’nin basına tanıtımı yapılacak. 18’inde ise addresistanbul’da Material Connexion’ın Türkiye’deki ilk sergisi açılacak, New York Direktörü Richard Lombard 16:00’da bir konuşma yapacak ve Material Connexion’ın tüm arşivi Temmuz sonuna kadar açık kalacak sergide detaylı olarak incelenebilecek. Bu arada, daha bir sürü sergi ve Türk tasarımcıların eserlerini görme şansı yakalayabileceğinizden uğramanızda fayda var.



İDW’nin sitesinde tüm etkinlikler yer alıyor ve çoğunun düzenlediği partiler davetiye ile. Tasarım dünyasından yeni insanlarla tanışmak ve iletişim ağınızı genişletmek istiyorsanız sağı solu haberdar edin... Bosphishous temalı defterimizin de yer aldığı Moleskine Detour Sergisi de bu pazar Santral İstanbul’da son buluyor. Aklınızda olsun!

11 Haziran 2009 Perşembe

Yeme hazzı tasarımla birleşince...

Kimilerine göre son yılların en fazla yerli yersiz kullanılan sözcüğü “inovasyon”, kimilerine göre ise “tasarım”. Ne olursa olsun, yaratıcı fikirlere kimsenin hayır dediğini zannetmiyorum çünkü herşeyi o kadar çabuk tüketip yenilik arıyoruz ki bu durumda neyi nasıl deneyimlediğimiz gittikçe daha fazla önem kazanıyor.



Çok basit bir fikri tasarımla ivmelendirerek sevimli hale getirmek elinizde. Mimarlık okumuş, Disney’in Imagineering’de çalışmış Natasha Case’in aynı zamanda yemeğe de gönül vermiş olması Coolhaus’u doğurmuş. Dondurmayı seven, yemek yeme deneyimini tasarımla nasıl geliştirebileceğine kafa yoran Natasha, ortağıyla tanışınca 1 tane de seyyar dondurma arabalarından edinip dondurwich’lerini satmaya başlamış. İster çilekli Frank Behry, ister vanilyalı Mies Vanilla Rohe... Amerika’nın önemli tasarım dergilerinden Dwell ile birlikte yeni tatları için yarışma da yaparak ilgiyi artırıyorlar. Son başvuru 19 Haziran’da!



Yemek yeme deneyimine tasarım gözlüğüyle bakan diğer bir örnek ise Hollanda’dan. Marije Vogelzang Eindhoven’daki Tasarım Akademisi’nden 2000 yılında mezun olmuş. Önce Rotterdam’da sonra da Amsterdam’da Proef adlı restoranı açmış. Ülkenin önde gelen şirketlerine sunduğu catering hizmetiyle farklılaşmış, enstalasyonlarıyla sınırları zorlamış, hem yiyecek-içecek hem de sağlık sektörüne danışmanlık vermiş ama yetinmeyerek 5 duyumuza hitab eden yemek deneyimlerini “Eat Love” kitabında toparlamış.



Artık sadece yaratıcı fikirlere sahip olmak yeterli değil. Bu fikrin icraata nasıl çevrildiği ve bu serüvende deneyim ile tasarımın nasıl birleştirildiği de çok önemli.

9 Haziran 2009 Salı

Tanrım, beni baştan yarat!

Belirli bir tarihi geçmişe sahip olan ama artık kullanılmayan binaların ya da çeşitli yaşam alanlarının sosyal, kültürel ya da ticari amaçlar için dönüşüm projelerine gün geçtikçe daha sık rastlıyoruz. Mesela, Bilgi Üniversitesi’nin Silahtarağa Elektrik Santrali’ni kampüslerinden birine dönüştürmesi, Haliç’teki Şapka Fabrikası’nın önümüzdeki hafta açılacak olan Design Library İstanbul’a ev sahipliği yapması ülkemizin en taze örnekleri...



Bugün itibariyle yeniden hayat bulan proje ise Yeni Dünya’dan. Manhattan’ın Batı Yakası’ndaki 10. Bulvarı, 1930’lara kadar trenler ve cadde trafiğinin birbirine karışmasından dolayı büyük kazalara sahne olmuş ve adı Ölüm Bulvarı’na çıkmış. Bunun üzerine, High Line’ın da dahil olduğu, yerin üstünden geçen yeni bir raylı sistem devreye alınmış. Yaklaşık 21 km uzunluğundaki çözüm, o günün parasıyla 130 milyon ABD Doları’na (bugünün parasıyla 2 milyar ABD Doları) mal olmuş. Ancak, zamanla taşımacılıkta tren yerine kamyonların tercih edilmesiyle en son 1980 yılında kullanılmış ve unutulmaya yüz tutmuş.



Ne zamanki demiryolunun altında bulunan alanı satın alanlar High Line’ın yıkılması için uğraş vermeye başlamış, aktivist bölge sakinleri de "Friends of High Line" grubunu kurarak kamuya açık bir proje için değerlendirilmesi yönünde lobi çalışmalarını başlatmış ve bu dönüşümün ne kadar ekonomik ve faydalı olacağını kanıtlamışlar.



Sonuç, 2010’a kadar devam edecek çalışmaların bölümü bugün açıldı. High Line, park ve bahçe olarak yeşillendirilmiş, göze hitap ettiği kadar sanatsal çalışmalarla da bölgenin çekim alanı olmasını sağlıyor. High Line severlerin projeye kendilerini adamaları (emlaktan başlayarak türlü kültürel aktivite ev sahipliği yapacak olması, yeni iş fırsatları oluşturması gibi) ekonomiyi hareketlendirmekle kalmıyor, emekliliğe terk edilmiş diğer tarihi yapılara da değer verilmesi gerektiğini hatırlatıyor.

7 Haziran 2009 Pazar

“Yuva”mız elden gitmeden...

5 Haziran, Dünya Çevre Günü’ydü ve Fransız doğa fotoğrafçısı Yvan Arthus-Bertrand çektiği “Home” belgeseli yaklaşık 90 ülkede bugüne özel gösterildi. Bizde de NTV’de yayınlanan belgesel, gezegenimize nasıl ızdırap çektirdiğimizi en açık şekilde gözler önüne seriyor.



Çekimleri 3 yıl süren belgesel ile Bertrand’ın vermek istediği ana mesaj bireylerin kendi paylarına düşen görevlerini yapıp yapmadıkları. Mesela, Bangladeşliler aç/susuz yaşarken ülkemizde en fazla tercih edilen yabancı tekstil markalarından bir kaçının "Made in Bangladesh" etiketli ürünleri satmasına yönelik tüketiciler her hangi bir tavır takınıyor mu? Hiç farkında olduklarını bile zannetmiyorum. Peki ya Gabon’da ağaç kesimine yönelik uygulanan politika ile her yaz ülkemizde yaşanan orman yangınlarına karşı alınan önlemler denk mi? 4x4’ler yollarda cirit atarken (insanoğlu daha zengin ve üstün olduğunu en kolay daha nasıl gösterebilir ki?) vergi yüzünden hibridlerin adedi bir elin beş parmağını geçmiyor.

“Home”un, “Inconvenient Truth” ile başlayan küresel ısınmaya yönelik farkındalık artırma çalışmalarını ivmelendireceğine inanıyorum. Zaten Bertrand da TED’in bloğunda yayınlanan röportajında ikincisini çekmeyi düşündüğünü belirtmiş. Dilerseniz bu yılın başında Fransa’da sergilenen “6 billion others” projesine de göz atabilirsiniz.



Son söz, çevreci, girişimci ve yazar Paul Hawken’dan. 3 Mayıs’ta Portland Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Hawken, Ralph Waldo Emerson'un bir sorusuna atıfta bulunarak ne kadar kayıtsız olabileceğimizi göstermeye çalışmış. Emerson, "ya yıldızlar 1000 yılda sadece bir kez görünseydi, ne yapardınız" diye sormuş. Hawken'ın yorumu, "Tabii ki, kimse o gece uyumaz, kainatın yaratıcısının bu muhteşem ve mucizevi durumu karşısında dindar kesilirdi. Halbuki yıldızlar her gece göründüğünden biz televizyon izliyoruz.”

3 Haziran 2009 Çarşamba

Türk kültürü ve sosyal ağlar...

Dün Boğaziçi Üniversitesi’nde, Berkeley Haas School’dan Prof. Naeem Zafar’ın inovasyon ve girişimcilik üzerine verdiği seminerdeydim. Prof. Zafar, ilk bölümde inovasyonun önemli unsurlarından bahsederken (her ne kadar ağırlıklı bilgi teknolojilerini merkezi olsa geldiği yer olan) Silikon Vadisi’ni örneklendirdi. Seminere katılanların çoğu da, sıralanan bu maddeler içinde en fazla aşağıdaki 2 unsurun ülkemizde aşılamadığından bahsetti.



1. İşbirliği kültürü: Herhangi bir toplantıda yeni birisiyle tanışırken ya da kahve dükkanında mola verdiğiniz sırada kulak misafir olduğunuz grubun sohbetine dahil oluyorken ne iş yaptığınızı tek cümleyle ve de kıvırmadan özetlemek çok önemli. Çünkü bu sohbet sırasında mutlaka sorularınıza yanıt bulabileceğiniz birilerine yönlendirilirsiniz.
2. Motivasyon unsurlarının çakışması: Vadi’de o kadar çok özel ilgili alanına yönelik sosyal grup var ki yine bu toplantılar sayesinde bir sürü soru kolaylıkla ve de ücretsiz karşılanabilir (fikirlerin geliştirilmesi, fikir için ön araştırma yapılması, çevrenin genişletilmesi, vs).



Gerçekten de kendi kültürümüze baktığımızda kaçımız fikrimizi şekillendirmek üzere paylaşımcı ve girişizkeniz? Tanıdığımızı zannettiğimiz kişilerden bizim için bir kapı aralamasını istediğimizde ne kadar yardım görüyoruz? Ya da daha tecrübeli olan kişilerin sadece görüşlerini almak istediğimizde randevu için olumlu yanıt alabiliyoruz? İlle birlik, dernek, vakıf değil, kaçımız sosyal grup kurup, sorularımıza çözüm bulmaya ve fikirleri yeşertecek ortamlar yaratmaya çalışıyoruz?

“İnovasyonun ekosistemi ve Türk kültüründe karşılaşılan sorunlar” güzel bir tez konusu başlığı! İnovasyonun yeşermesini engelleyen kültürümüze ait bu ön yargıları tespit edecek ve çözüm önerilerini içeren bir araştırma, en azından başlangıç noktası olur.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Yaratıcı düşünce haritaları...

Eğitim kurumları (özellikle üniversiteler), bilgiyi en iyi şekilde sunmak için her geçen gün geliştirdikleri yeni programlar ya da profesörlerinin yetkinlikleriyle birbirlerinden ayrışarak, öğrencileri iş hayatına ya da akademisyenliğe hazırlıyor. Diğer taraftan büyük ve uluslararası şirketlerin iş yapış şekilleri ve atmosferleri de neredeyse bir okul gibi... Yeni dünyanın yüzyıldır var olan nice büyük kurumunun çeşitli departmanlarına ait çalışma kılavuzları olduğunu bilinir.



Peki bunların haricinde kalan ajanslar ve danışmanlık şirketleri? Yayınladıkları makaleler, müşterilerine sundukları çözümler, katıldıkları konferanslar için hazırladıkları prezantasyonlar derken her çalışmaları bizlere ilham kaynağı oluyor, beslenmemizi sürekli kılıyor ve daha “farklı olan”ı hayal etmemizi sağlıyor.



İşte bunlardan biri de Dubberly Design Office’in konsept haritaları olsa gerek. Üstüne nice kitaplar yazılmış, günler sürebilecek türlü tartışmaların yapılabileceği konuları tek bir sayfada özetlemek ve ne demek istediğini anlatmak... Sektör bağımsız (ille yaratıcılıkla bağlantılı olmasına gerek yok) hangi işle uğraşılsa uğraşılsın bu düşünce ve sunuş biçiminin daha hızlı yayılması dileğiyle...