Kale Tasarım Merkezi ile Radikal işbirliğinde çıkarılan Tasarım Gazetesi bundan böyle sadece Kale Tasarım Merkezi tarafından basılıp dağıtılacak. Bağımsız ilk sayımız Mayıs ayında yayınlandı.
Ben de bu sayıda sosyal inovasyon ve sürdürülebilirlik üzerine uluslararası bir ağ olan DESIS’in Türkiye’deki yeni oluşumunu işledim. İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü tarafından koordine edilecek oluşumun tanıtım toplantısı Mart ayında düzenlendi.
DESIS sayesinde günümüzün karmaşık problemlerini çözme sürecinde yaratıcı toplulukların ne tür işbirlikleri yaptıklarını ve bu projelerde tasarımcılara ne tür görevler düştüğünün daha iyi gözlemlenebileceğine inanıyorum. Bu yüzden DESIS’in Türkiye’de farklı toplulukları ateşleyici ve başarılı örnekleri artırmak adına önemli bir platform olacağını düşünüyorum.
Bu arada, Tasarım Gazetesi'nin adresinize ulaştırılmasını istiyorsanız Facebook'ta Kale Tasarım Merkezi sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
trendiary
17 Mayıs 2011 Salı
17 Mart 2011 Perşembe
Yaratıcı endüstrilerimizde güzel gelişmeler oluyor...
Yaratıcı endüstrilerin birbirleri arasındaki etkileşim ya da küresel ağlara dahil olma konusundaki çabalar ufak ufak da olsa yeşermeye devam ediyor. Öncelikle, 10 Mart akşamı kara rağmen yüksek katılımlı bir Pecha Kucha gecesini daha başarıyla gerçekleştirdik. Bir sonraki buluşmamız 12 Mayıs'ta yine Yapı Endüstri Merkezi'nde düzenlenecek. Bekleriz.
Hizmet tasarımına yönelik tadımlık ama uluslararası bir etkinlik olan Global Service Jam’in İstanbul ayağı da 11-13 Mart tarihleri arasında gerçekleştirildi. GSJ İstanbul’un Facebook sayfasından öğrendiğimiz kadarıyla haftasonu yapılan çalışmalar sonrasında 7 hizmet fikri doğmuş. Umarım fikirler en doğru şekilde hayata geçirilebilir.
DESIS (Design for Social Innovation and Sustainability) oluşumunun Türkiye ayağının tanıtım toplantısı da dün yapıldı. İTÜ Taşkışla kampüsünde düzenlenen ve İTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümü’nün ev sahipliğini yaptığı toplantıya katılım ne yazık ki azdı. İnanıyorum ki projeler çoğaldıkça ve farklı paydaşlar birbirleriyle daha fazla iletişimde oldukça sosyal etkinin ivmesi de artacaktır.
2011'in yaratıcı endüstrilerimizin parladığı, toplumsal refahımız için gereken sosyal dönüşüm projelerinin arttığı bir yıl olmasını diliyorum. Daha nice yeni başlangıçlara...
Hizmet tasarımına yönelik tadımlık ama uluslararası bir etkinlik olan Global Service Jam’in İstanbul ayağı da 11-13 Mart tarihleri arasında gerçekleştirildi. GSJ İstanbul’un Facebook sayfasından öğrendiğimiz kadarıyla haftasonu yapılan çalışmalar sonrasında 7 hizmet fikri doğmuş. Umarım fikirler en doğru şekilde hayata geçirilebilir.
DESIS (Design for Social Innovation and Sustainability) oluşumunun Türkiye ayağının tanıtım toplantısı da dün yapıldı. İTÜ Taşkışla kampüsünde düzenlenen ve İTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümü’nün ev sahipliğini yaptığı toplantıya katılım ne yazık ki azdı. İnanıyorum ki projeler çoğaldıkça ve farklı paydaşlar birbirleriyle daha fazla iletişimde oldukça sosyal etkinin ivmesi de artacaktır.
2011'in yaratıcı endüstrilerimizin parladığı, toplumsal refahımız için gereken sosyal dönüşüm projelerinin arttığı bir yıl olmasını diliyorum. Daha nice yeni başlangıçlara...
4 Mart 2011 Cuma
Neden tasarım?
İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın ilkini 2012 yılında gerçekleştireceği İstanbul Tasarım Bienali'nin ön etkinlikleri devam ediyor. Aralık 2010’da düzenlenen sempozyumun ardından 25 Şubat’ta da İstanbul Modern’deki "Uluslararası Tasarımcılarla Soru-Cevap" etkinliğini izleme fırsatı elde ettim.
Vitra Tasarım Müzesi'nin kurucusu, Vitra Tasarım Vakfı Başkanı Alexander von Vegesack, IKEA tasarımcısı olarak tanınan Sigga Heimis, Londra merkezli Architecture+Design stüdyosunun kurucusu iç mimar Sevil Peach ve Hermès markasına yaptığı işlerle anılan Gabriele Pezzini İstanbul'daydı.
Her konuşmacı kendisini ve felsefelerini anlatan sunumlarıyla ortamı ısıttı. Sigga, IKEA sayesinde fabrikalarda geçirdiği zaman sayesinde ne kadar çok şey öğrendiğinden, Çin’de üretilen bir çalışmanın aylar sonra tüm dünyaya dağıtılmasının ve kadınlara iş imkanı sağlamasının yarattığı heyecandan ve öğrencilerle birlikte gerçekleştirdiği atölye çalışmalarının tutkusundan bahsetti. Gabriele Pezzini ise Hermes’teki uzun yıllara dayanan deneyiminden yola çıkarak aksesuardan çantaya, helikopterden yata kadar tasarım yönetiminin ne kadar farklı uçlarda dolaşabileceğini örnekledi. Bundan dolayı da kendisini tasarımcı olarak değil “proje uzmanı” olarak konumlandırdığını söyledi.
Yıllar önce okumak için gittiği İngiltere’de işini kurarak uluslararası saygın bir yer edinen Sevil Peach, kendi deneyiminden yola çıkarak tasarımcı ve müşteri ilişkisinden örnekler verdi. Bu ilişkinin "aşk" ilişkisi gibi olduğundan ve güvene dayanması gerektiğinin altını çizdi. Alexander von Vegesack ise her hangi bir okuldan mezun olmamasına rağmen koleksiyonerlik tutkusunun Vitra Design Museum gibi tasarım dünyasında nasıl bir çekim merkezi olduğunu anlattı.
Soru-cevap kısmına geçtiğimizde odak öncelikle genç tasarımcıların eğitimine yoğunlaştı. Bunun bir sebebi katılımcıların profili bir sebebi de ilk soruların bu çerçevede yöneltilmesinden kaynaklandı. Son bölüme doğru panelin yöneticisi Alexander von Vegesack duruma el koydu ve tartışmayı “neden tasarım”a yönlendirdi. İşte bu noktada paylaşılan öneriler:
• Bienal ile dünyaya neyi göstermeyi hedefliyorsunuz? Amacınız ne? (Sigga Heimis)
• Bienal, insanların Türk tasarımını nasıl algıladıklarını sarsmak için iyi bir fırsat. (Alexander von Vegesack)
• Herkesi mutlu edemezsiniz, o yüzden birden fazla tema ile başlamak yerine bienali her yıl üstüne yeni 1 şey eklenecek şekilde kurgulamalısınız. (Gabriele Pezzini)
• Tasarım Türkiye’de sofistike ve halka uzak olarak algılanıyor. Bienal ile bu kopukluk giderilebilir ve toplumun daha fazla sahiplenmesi sağlanabilir. (Sevil Peach)
Umarım ön etkinliklerle şimdilik sadece bilinirlik oluşturulması hedefleniyordur. Bu etkinliğin hedef kitlesinin çeşitliliği ve geniş bir sosyal paydaş yönetiminin olacağı düşünüldüğünde multi-sektörel, multi-disipliner katılımcılarla da (halka açık ya da kapalı toplantılarla) bir araya gelindiğini/gelineceğini düşünüyorum. “Tasarım”ın hayatımızdaki yerinin ve öneminin herkes tarafından basitçe kavranmasının sağlanacağını umut ediyorum.
Malum, 2012’de Hollanda-Türkiye ilişkilerinin 400. yılı kutlanacağından, İstanbul’da türlü sergiler ve yan etkinlikler düzenlenecek. 2013’te de tasarım sektörünün "Davos Toplantıları" olarak bilinen International Design Alliance (IDA) Kongresi’ne ev sahipliği yapacağız. Bir sonraki hedef de World Design Capital ünvanını kazanmak olur sanırım...
Vitra Tasarım Müzesi'nin kurucusu, Vitra Tasarım Vakfı Başkanı Alexander von Vegesack, IKEA tasarımcısı olarak tanınan Sigga Heimis, Londra merkezli Architecture+Design stüdyosunun kurucusu iç mimar Sevil Peach ve Hermès markasına yaptığı işlerle anılan Gabriele Pezzini İstanbul'daydı.
Her konuşmacı kendisini ve felsefelerini anlatan sunumlarıyla ortamı ısıttı. Sigga, IKEA sayesinde fabrikalarda geçirdiği zaman sayesinde ne kadar çok şey öğrendiğinden, Çin’de üretilen bir çalışmanın aylar sonra tüm dünyaya dağıtılmasının ve kadınlara iş imkanı sağlamasının yarattığı heyecandan ve öğrencilerle birlikte gerçekleştirdiği atölye çalışmalarının tutkusundan bahsetti. Gabriele Pezzini ise Hermes’teki uzun yıllara dayanan deneyiminden yola çıkarak aksesuardan çantaya, helikopterden yata kadar tasarım yönetiminin ne kadar farklı uçlarda dolaşabileceğini örnekledi. Bundan dolayı da kendisini tasarımcı olarak değil “proje uzmanı” olarak konumlandırdığını söyledi.
Yıllar önce okumak için gittiği İngiltere’de işini kurarak uluslararası saygın bir yer edinen Sevil Peach, kendi deneyiminden yola çıkarak tasarımcı ve müşteri ilişkisinden örnekler verdi. Bu ilişkinin "aşk" ilişkisi gibi olduğundan ve güvene dayanması gerektiğinin altını çizdi. Alexander von Vegesack ise her hangi bir okuldan mezun olmamasına rağmen koleksiyonerlik tutkusunun Vitra Design Museum gibi tasarım dünyasında nasıl bir çekim merkezi olduğunu anlattı.
Soru-cevap kısmına geçtiğimizde odak öncelikle genç tasarımcıların eğitimine yoğunlaştı. Bunun bir sebebi katılımcıların profili bir sebebi de ilk soruların bu çerçevede yöneltilmesinden kaynaklandı. Son bölüme doğru panelin yöneticisi Alexander von Vegesack duruma el koydu ve tartışmayı “neden tasarım”a yönlendirdi. İşte bu noktada paylaşılan öneriler:
• Bienal ile dünyaya neyi göstermeyi hedefliyorsunuz? Amacınız ne? (Sigga Heimis)
• Bienal, insanların Türk tasarımını nasıl algıladıklarını sarsmak için iyi bir fırsat. (Alexander von Vegesack)
• Herkesi mutlu edemezsiniz, o yüzden birden fazla tema ile başlamak yerine bienali her yıl üstüne yeni 1 şey eklenecek şekilde kurgulamalısınız. (Gabriele Pezzini)
• Tasarım Türkiye’de sofistike ve halka uzak olarak algılanıyor. Bienal ile bu kopukluk giderilebilir ve toplumun daha fazla sahiplenmesi sağlanabilir. (Sevil Peach)
Umarım ön etkinliklerle şimdilik sadece bilinirlik oluşturulması hedefleniyordur. Bu etkinliğin hedef kitlesinin çeşitliliği ve geniş bir sosyal paydaş yönetiminin olacağı düşünüldüğünde multi-sektörel, multi-disipliner katılımcılarla da (halka açık ya da kapalı toplantılarla) bir araya gelindiğini/gelineceğini düşünüyorum. “Tasarım”ın hayatımızdaki yerinin ve öneminin herkes tarafından basitçe kavranmasının sağlanacağını umut ediyorum.
Malum, 2012’de Hollanda-Türkiye ilişkilerinin 400. yılı kutlanacağından, İstanbul’da türlü sergiler ve yan etkinlikler düzenlenecek. 2013’te de tasarım sektörünün "Davos Toplantıları" olarak bilinen International Design Alliance (IDA) Kongresi’ne ev sahipliği yapacağız. Bir sonraki hedef de World Design Capital ünvanını kazanmak olur sanırım...
28 Şubat 2011 Pazartesi
Radikal Tasarım Eki Şubat sayısı...
Kale Tasarım Merkezi’nin 25 aydır desteklediği ve Radikal ile birlikte çıkardığı Tasarım Eki geçici olarak hayatını tamamladı. Kimi aylar pas geçtim yazamadım, kimi aylar ise keşke “bu ay bir tane yazsaydın” teklifi aldım.
Son yazıda yine tasarım ile farklı bir sektörün işbirliğini işlemeye çalıştım. Konu başlığı eğitimdi. Esinlenme noktası ise hem TEDxReset Toplantısı’nda sunum yapan Cannon Design’dan Trung Le hem de INDEX:Design Challenge sonuçlarının açıklanması idi.
Editörümüz Umut Kart, “Nisan’da bir yerlerde tekrar görüşmek üzere” diyerek veda etmiş... Ben de yeni mecrayı merakla bekleyeceğim. O zaman kadar bloğa dolu dizgin devam!
Son yazıda yine tasarım ile farklı bir sektörün işbirliğini işlemeye çalıştım. Konu başlığı eğitimdi. Esinlenme noktası ise hem TEDxReset Toplantısı’nda sunum yapan Cannon Design’dan Trung Le hem de INDEX:Design Challenge sonuçlarının açıklanması idi.
Editörümüz Umut Kart, “Nisan’da bir yerlerde tekrar görüşmek üzere” diyerek veda etmiş... Ben de yeni mecrayı merakla bekleyeceğim. O zaman kadar bloğa dolu dizgin devam!
23 Şubat 2011 Çarşamba
Üç film birden...
18-20 Şubat tarihlerinde her güne 1 film sığdırdım. If İstanbul 2011 başlar başlamaz önce “Utopia in 4 Movements” filmini, 19’unda “Udaan”ı ve 20’sinde de “King’s Speech”i izledim.
“Utopia in 4 Movements” film değil bir performans. Sahnede filmin yönetmeni Sam Green, bir elinde mikrofon bir elinde pointer 90 dk boyunca (ki o kadar bile sürdüğünü düşünmüyorum) şair gibi konuştu. Hikayesine eşlik eden görüntüleri laptop’tan ekrana yansıtırken, soundtrack de yine aynı sahne üzerinde canlı olarak icra edildi. Ses ve ışığı da salonun arkasında başka bir kişi koordine etti. Green, ütopya hikayesini Amerika’daki karamsar bakış açısına karşı gönderme yapmak için kurgulamış. Bu yüzden Amerika’daki film gösterimleri fazlasıyla interaktif ilerliyormuş. Filmin sonunda soru cevap kısmına geçtiğimizde Green, belki alt yazıyı takip etmek belki de diğer toplumların hayata o kadar da karamsar bakmamaları sebebiyle bu interaktivitenin yakalanamadığından bahsetti. DVD’sini tavsiye etmek isterdim ama aynı hissiyat nasıl aktarılır emin olamadım...
“Udaan” ise geçen yıl Cannes Film Festivali’nin özel gösteriminde yer almış bir Hint filmi. Aklınıza Bollywood türü bir yapım gelmesin. Despot bir baba ve hayalleri peşinden gitmeye çalışan oğlu arasında geçen bir hikaye... “King’s Speech” ise Kraliçe 2. Elizabeth’in babası VI. George’un hikayesi. Halbuki biz onun yerine 2 kez evlenip boşanmış Amerikalı sevgilisi için tahtı bırakan abisi VIII. Edward’ı daha yakınen tanıyoruz.
Her 2 film de baba(ebeveyn)-çocuk ilişkisinin ne kadar kritik olduğunu göstermek adına iyi kurgulanmışlardı. “Udaan”da kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını fark eden ve her türlü riski alarak kendi başına durmayı seçen bir genç varken, “King’s Speech”te dadılarla büyümüş, ezilmiş, kendine güvenin nasıl bir his olduğunu unutmuş bir lider vardı. Her iki film de özgüvenin önemini, gerçekten inandığımız zaman herşeyi yapabileceğimiz ana güç olduğunu ve bastırılmış olsa bile tekrar eski şiddetine kavuşturulabileceğini gösterdi.
Sorulabilecek o kadar çok soru var ki: Korkularımızın üzerine mi gidiyoruz yoksa saklanmayı mı tercih ediyoruz? Korkularımızın üzerine yürümek için gereken cesareti içerde mi dışarda mı arıyoruz? “.... olmazsa/yapamazsam, ben ben olmam / yaşayamam” dediğimiz bir hayat amacımız var mı? Bu amaç için herşeyi göze alabilir miyiz? Yeri geldiğinde bırakıp gidebilir yeri geldiğinde kalıp savaşabilir miyiz?
(Kalbim bu pazar En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde King's Speech'ten Colin Firth’ün Oscar’ı kazanmasını diliyor ama filmi izlediğinizde Geoffrey Rush’ın performansına da hayran kalabilirsiniz ki zaten Yardımcı Erkek de adaylar arasında.)
“Utopia in 4 Movements” film değil bir performans. Sahnede filmin yönetmeni Sam Green, bir elinde mikrofon bir elinde pointer 90 dk boyunca (ki o kadar bile sürdüğünü düşünmüyorum) şair gibi konuştu. Hikayesine eşlik eden görüntüleri laptop’tan ekrana yansıtırken, soundtrack de yine aynı sahne üzerinde canlı olarak icra edildi. Ses ve ışığı da salonun arkasında başka bir kişi koordine etti. Green, ütopya hikayesini Amerika’daki karamsar bakış açısına karşı gönderme yapmak için kurgulamış. Bu yüzden Amerika’daki film gösterimleri fazlasıyla interaktif ilerliyormuş. Filmin sonunda soru cevap kısmına geçtiğimizde Green, belki alt yazıyı takip etmek belki de diğer toplumların hayata o kadar da karamsar bakmamaları sebebiyle bu interaktivitenin yakalanamadığından bahsetti. DVD’sini tavsiye etmek isterdim ama aynı hissiyat nasıl aktarılır emin olamadım...
“Udaan” ise geçen yıl Cannes Film Festivali’nin özel gösteriminde yer almış bir Hint filmi. Aklınıza Bollywood türü bir yapım gelmesin. Despot bir baba ve hayalleri peşinden gitmeye çalışan oğlu arasında geçen bir hikaye... “King’s Speech” ise Kraliçe 2. Elizabeth’in babası VI. George’un hikayesi. Halbuki biz onun yerine 2 kez evlenip boşanmış Amerikalı sevgilisi için tahtı bırakan abisi VIII. Edward’ı daha yakınen tanıyoruz.
Her 2 film de baba(ebeveyn)-çocuk ilişkisinin ne kadar kritik olduğunu göstermek adına iyi kurgulanmışlardı. “Udaan”da kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını fark eden ve her türlü riski alarak kendi başına durmayı seçen bir genç varken, “King’s Speech”te dadılarla büyümüş, ezilmiş, kendine güvenin nasıl bir his olduğunu unutmuş bir lider vardı. Her iki film de özgüvenin önemini, gerçekten inandığımız zaman herşeyi yapabileceğimiz ana güç olduğunu ve bastırılmış olsa bile tekrar eski şiddetine kavuşturulabileceğini gösterdi.
Sorulabilecek o kadar çok soru var ki: Korkularımızın üzerine mi gidiyoruz yoksa saklanmayı mı tercih ediyoruz? Korkularımızın üzerine yürümek için gereken cesareti içerde mi dışarda mı arıyoruz? “.... olmazsa/yapamazsam, ben ben olmam / yaşayamam” dediğimiz bir hayat amacımız var mı? Bu amaç için herşeyi göze alabilir miyiz? Yeri geldiğinde bırakıp gidebilir yeri geldiğinde kalıp savaşabilir miyiz?
(Kalbim bu pazar En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde King's Speech'ten Colin Firth’ün Oscar’ı kazanmasını diliyor ama filmi izlediğinizde Geoffrey Rush’ın performansına da hayran kalabilirsiniz ki zaten Yardımcı Erkek de adaylar arasında.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)