31 Mart 2009 Salı

Konferansların gözde markaları...

Pazarlama ya da marka konferanslarının gözde markaları vardır. Coca Cola, Apple, Amazon, Starbucks, Nike, Virgin diye listeyi daha da uzatabiliriz. Yerli ya da yabancı konuşmacıların sunumlarında sürekli bu markaların çalışmaları ısıtılıp ısıtılıp anlatıldığından bazı katılımcılara gına gelmiş hatta konferansa hiç katılmayayım sendromu doğmuş olabilir. Halbuki, aleni şekilde karını büyütün, sosyal sorumluluklarını yerine getiren yeni nesil markalar her sektörde doğduğu gibi, iyi bir başlangıç yapamayıp, sonradan atılıma geçen başarı hikayeleriyle karşı karşıyayız.



Mesela Nespresso. Avrupa’daki hakimiyetinin ardından krize, Starbucks’a ve XXXL tüketim alışkanlıklarına rağmen Amerika pazarına göz diken Nespresso’nun son sekiz yılda her yıl %30’luk büyüme oranı iştah kabartıyor. Peki Nespresso ne yapıyor da, katlana katlana büyüyor?

Tabii ki arkalarındaki büyük güç Nestle’nin tecrübesi gözardı edilemez ama espressoyu bambaşka bir marka da konumlandırabilirdi. O zaman sıralayalım: Küresel tüketim alışkanlıkları içerisinde kahve en az şarap kadar ayrı bir kültür. (Bu konuda Türk kahvemize bakmamız yeterli olur sanırım) Espresso ambalajlarından makinelerine kadar özel tasarımların yapılması, sanki mücevher dükanına giriyormuşsunuz hissi yaratan butik ya da barlarının ayrıştırıcı dekorasyonu, “celebrity” kullanımları, ağız tadını bilen stil sahibi kişilerin ilgi alanlarında (tasarım, gurme ve yatçılık) buluşmaları, ofise, eve ya da seyahate özel konsept çalışmalar yapmaları, zincir tedarik sistemine yönelik sürdürülebilirlik programının geliştirilmesi... İşte bütünleşik hareket planlarından sadece birkaç başlık.



Şu noktada, Nespresso reklamlarından George Clooney çıkarsak (ki Clooney’in anlaşması Amerika’yı kapsamıyormuş) markanın bu yükselişinde bir düşüş olur mu? Hiç zannetmiyorum. Peki kahve makine fiyatlarının 200 ile 800$ arasında değişmesi alım tercihini olumsuz etkiler mi? Yılda ne kadarlık kahve parası ödediğinizi hesaplayın. Buna kriz nedeniyle evde geçirilen süreyi ekleyin. CEO Richard Girardot da stratejilerini aynı bu düşünce üstüne kurgulamış.



Kısaca, kendimize rol model belirlemek için ille çok tekrarlanan başarı hikayelerini ezberlememiz gerekmiyor. Önemli olan, gözlem yeteneğimizi kuvvetlendirip, kalabalık arasında sıyrılabilen karakterlerin kuvvetli taraflarından ders çıkarabilmekte ve tüketicilerin duygularına seslenebilmekte.

27 Mart 2009 Cuma

2030'ların turizm ajandası nasıl olacak?

Kriz falan bahane, geleceğin seyahat alışkanlıklarını neler etkileyecek üzerine ufak bir gezintiye çıkmaya ne dersiniz? Her ne kadar bu çalışma Avrupa odaklı olsa da insan doğası her yerde aynı. İster iş hayatının dayanılması zor hafifliği ister iyi eğitim ve kazanç sahibi olmanın getirdiği keşfetme güdüsü, tatiller insan hayatının vazgeçilmez unsurlarından biri.



Dünya Seyahat ve Turizm Konseyi’nin açıkladığı verilere göre, 2005’te dünyadaki toplam harcamaların %10,4’ü tatile ayrılmışken bu rakamın 2015’e kadar her yıl % 4,6 oranında artması bekleniyor. Kısaca, pastanın büyüklüğü hiç de fena değil. Malum, petrol fiyatları artsa da ucuz bilet satan uçak şirketleri sağolsun, dünyanın ücra köşeleri bile çoktan keşfedilmiş durumda. Buna Dünya Kupası, Olimpiyatlar ya da Kültür Başkenti olma özellikleri de eklenince çekim merkezleri ya da seyahat sebepleri de doğal olarak artıyor. Bilimsel keşif süresinin (özellikle sağlık alanında) kısalmasıyla bu trendlerin paylaşılması için biraraya gelme sıklığı da doğal olarak artacak.



Peki ya küresel ısınma? 2030’a kadar Maldivler gibi mercan adalarının kalmayacağını ve mülteci sayısının artacağını biliyoruz. Sıcaklıklar ortalama 1 ile 21° artacak. Buzulların ve Antartika’nın erimesiyle o tarihe kadar su seviyesinin 25 cm. yükselmesi bekleniyor. Deniz seviyesinin 1 mm artması kıyı şeridinden 1,5 mt.nin sular altında kalmasına sebep oluyor. Varın 25 cm.in kıyı şeridinden kaç mt.yi sular altında bırakacağını siz hesaplayın. (Buzulların erimesinden bahsederken, dağlardaki karları da kastediyoruz ve hala popülerliğini koruyan Alpler o yıllara gelindiğinde pek de tatminkar bir seçenek olmayacak)



Her şeyin başı deneyim derken, görülmeyeni görmek denenmemişi denemek daha da önem kazanacak. Mesela, senaryo çalışmasında verilen bir otantizm örneği, 2030’da Afrika seyahati. 3 aylık izin kullanan bir Avrupalı, Madagaskar seyahati için 2000 ABD Doları vergi ödemeyi kabul eder, çünkü hükümet soyu tükenmek üzere olan Lemur maymunlarının ekolojik dengesinin bozulmaması için turistlerden böyle bir ön ödemeyi zorunlu tutmaktadır. Gezginimiz, National Geographic’te izlediği lemurlardan o kadar etkilenmiştir ki 3 haftalık koruma programı için 10.000 ABD Doları bağış yapmayı da kabul eder.



Eğer, bu pastadan pay alınması isteniyorsa trendleri doğru takip edip, bir an önce yatırım yapılmasında fayda var. Deniz, kum güneşin ötesinde vaad edebileceğimiz nice zenginlikle dolu bu topraklar çok daha farklı konumlandırılabilir.

24 Mart 2009 Salı

Yoktan var etmek...

“Terzi kendi söküğünü dikemez” diye bir laf vardır ama Amsterdam’daki Nothing reklam ajansı bu lafı yerle bir etmiş durumda. Nasıl mı? Ofis dekorasyonunu mukavvadan yaptırıp 2 hafta içinde websitelerine 100.000 hit alarak.



Ekolojik, çevreye duyarlı ve geri dönüştürülebilir bir malzeme olan mukavva dayanıklılığıyla zaten yeşil tasarımcılar tarafından tercih edilen bir malzeme. Buna Nothing’in “yoktan var etme” felsefesi de eklenince ajans bir çok özelliğini sergileme fırsatı yakalamış: Yaratıcılık, konumlandırma, tasarımın gücü, trend takibi ve öncü olma.



Hepimiz bir sürü “business” kitabından “işimizi en iyi nasıl yaparız”, “kendimizi en iyi nasıl geliştiririz” hakkında dersler çıkarmaya çalışıyoruz. Görüyorum ki herşeyin başı inanç. Eğer bir kurumsanız ve belirlediğiniz vizyona tüm çalışanlarınız inanıyorsa zaten başarı yolunda ilerliyorsunuz (Wal-Mart’ın sömürü dünyasını kastetmiyorum). Eğer bireyseniz, yolunuza çıkan engellere takılmıyorsunuz.



Nothing’in bu projesi sadece PR için kurgulanmış olabilir ya da gerçekten içlerinden gelen sesi dinlemiş olabilirler. Ancak yoktan var ettikleri bu proje, “nasıl ayrışırız”ı düşünenler için iyi ipuçları barındırıyor.

22 Mart 2009 Pazar

Ya “temiz su”yumuz olmasaydı?

Birleşmiş Milletler, 22 Mart’ı Dünya Su Günü olarak ilan ettiği 1992 yılından beri suyun önemine daha fazla dikkat çekiliyor. Malum dünya nüfusu artıyor. Hali hazırda 1 milyardan fazla insan temiz su içemiyor. Buzullar eriyor ve bu değerli kaynak suları değerlendirilemeden toprağa karışıyor.



Her 3 yılda bir yapılan ve 5.si de İstanbul’da düzenlenen Dünya Su Forumu ise bugün itibariyle sona erdi. Radikal’den Serkan Ocak Forumu izleyerek, zengin İsviçre, deniz suyu arıtan İspanya, kontrolü üst noktalara taşımış Kore ve kurak Güney Afrika’nın uygulamalarından bahsetmiş.


© Abigaileighbrown

Petrolün yerini su mu alacak, gelecekte petrol için değil, su yüzünden mi savaşlar çıkacak diye yorumlar yapıla dursun, Birleşmiş Milletler’in bu yılki teması da “sınırötesi” sular. Dünya nüfusunun %40’ı uluslararası açıdan birden fazla ülkenin toprağından geçen su havzalarında yaşıyor. En basit örnekler 18 ülkeden geçen Tuna, bizde doğup birleşerek Basra Körfezi’ne dökülen Dicle ve Fırat, 9 ülkeden geçen Nil Nehri.



“Yaşam kaynağı: Su” yazılarımda hem lüks su pazarından hem de ulaşılamaz diye düşündüğümüz kaynak sularının nasıl markaya dönüştüğünden bahsetmiştim. Görülüyor ki, küresel ısınma, tüketim alışkanlıklarımız ve zamanında harekete geçemeyişimiz yüzünden kaynakların daha hızlı yok olması içten bile değil. GOOD’un Dünya Su Günü’ne özel hazırladığı “temiz su olmasaydı” temalı filmlere göz atarsanız dikkat çekilmek istenen nokta daha iyi anlaşılabilir.

19 Mart 2009 Perşembe

İnsanoğlunun fendi felaketleri yener mi?

The Future of Humanity Institute (FHI), Oxford Üniversitesi içinde yer alan multidispliner bir araştırma bölümü. Geçen yıl “Politika Öngörüleri ve Küresel Felaket Riskleri” bir atölye çalışması düzenlemişler. Burada, mikrobiyolog, sosyolog ve felsefeci gibi çok çeşitli disiplinlerden akademisyen ve uzman biraraya gelerek milyonlarca insanın hayatını etkileyecek küresel felaketleri değerlendirmişler.



Kısaca, (çok yakın bir tarihte gecikmeli de olsa izlediğim) “I am Legend” filminin çizdiği resim gibi bir ortam olur mu olmaz mı? DNA’nın kopyalanmasını sağlayacak makinelerin dağıtımının artmasıyla, kötü niyetlilerin soyu tükenmiş ölümcül virüsleri çoğaltması pek de imkansız değil. En az bu konu kadar önemli olan diğer bir başlık ise biyoçeşitlilik. İnsanoğlu doğal yaşama sürekli zarar vererek türlerin yok olmasına sebep oluyor. Ekonomiye etkisi kısa sürede gözlenemese de küresel ısınma kadar tartışılması gereken bir konu olduğu savunuluyor. Nükleer terörizm ise 15 yıl öncesiyle karşılaştırıldığında olma ihtimali iyice düşmüş bir başlık.



Peki öne çıkan tehditler neler? Her ikisinin de sonuçları şu an için ölçülemediğinden, nanoteknoloji ve yapay zeka.



Bu arada, çoğu ilerlemeyi teknolojinin gelişmesine bağlıyoruz. Peki teknoloji kendi kendine mi gelişiyor? Hayır, tabii ki. Bunları geliştiren bizleriz. Her yeni jenerasyonun bir öncesinden daha farklı bir bakış açısı geliştirdiği de şüphe götürmez. Halbuki, büyüdükçe çocuk masumiyetini ve bakışaçısını kaybettiğimizden yakınırız. Ancak görülüyor ki, yıllar içinde insanoğlu analiz yeteneğini daha da geliştiriyor. Üstelik, ırkların birbirine karışmasıyla genlerimiz daha dinamik bir özellik kazanarak, evrim açısından yükselen bir grafik çiziyor.

Kaynak: New Scientist

16 Mart 2009 Pazartesi

Fütürizm 100 yaşında!

20. yy.ın ilk sanat manifestosu zengin İtalyan şair Filippo Tommaso Marinetti tarafından 20 Şubat 1909’da Le Figaro Gazetesi’nde yayınlandı. Manifesto, Umberto Boccioni, Pablo Picasso, Georges Braque gibi sanatçılar tarafından da desteklendi. Sonrasında da diğer manifestolar birer ikişer yıl arayla birbirini takip etti.


© Umberto Boccioni

Marinetti, manifestosuyla eski olan herşeye özellikle de sanat ve politikaya olan nefretini kusuyordu. Endüstriyel olan herşey, hız, teknoloji, gençliğin yanı sıra teknolojinin doğaya üstün gelmesine hayranlıklarını haykırıyorlardı.


© Umberto Boccioni

Şu günlerde İtalya başta olmak üzere Avrupa’nın önde gelen başkentlerinde ve New York’ta Fütürizm’in 100 yılı adına sergiler düzenleniyor. Eğer yakın tarihlerde Avrupa’daki fütürist etkinlikler hakkında bilgi sahibi olmak isterseniz Italian Futurism sitesini takip edebilirsiniz.

Fırsat bu fırsat, Fütürizm'in 100. yaşı sebebiyle belki siz de sanat tarihinde ve manifestolar arasında bir yolculuğa çıkarsınız.

13 Mart 2009 Cuma

Malzemede inovasyon...

Kaçımız kıyafet alışverişi sırasında ürün etiketlerindeki içerikleri okuyor? Organik son dönemde popüler konulardan olsa da işin içindekiler %100 organiğin pek mümkün olmadığını iddia ediyor. Peki ya %100 pamuklu, üstelik E vitamin, Aloe Vera ve Jojoba Yağı içeren kumaştan yapılma bir ürünü giymek istemez misiniz? Ya da perde kumaşlarının zararlı UV ışınlarını engelleme özelliğine sahip olmasını?



Teknolojinin her geçen gün gelişmesi sayesinde inşaattan tekstile kadar bir çok sektörde kullanılan malzemeler sürdürülebilirlik yönünden iyileştiriliyor ve geliştiriliyor. Böyle olunca da, dekorasyona ayrı bir hava katan renkli ve dokulu paslanmaz çelikler, 3 boyutlu efekte sahip desenli paneller, ses geçirmeyen ve ısıyı tutan döşemelik malzemeler öne çıkıyor.



Mesela, yazın koyu renkli kıyafetler giymekten kaçınırız ama Schoeller Textil’in ColdBlack teknolojisi sayesinde buna gerek kalmayacak. Güneş ışınlarını yansıtan özelliğiyle siyahseverler, yaz-kış “cool” görüntülerini koruyabilecek. BASF’in Luquafleece2 malzemesi ise sıcak havalarda nefes alıyor, yağmurlu havalarda ağırlığının 400 katı kadar suyu emebiliyor. Çocuk ayakkabılarından tutun da çadır dahil tüm outdoor malzemeleri için ideal. Her türlü döşemelik üründe kullanılan poliüretan köpüğün de gelişmişi üretildi: Indura fiber. Her türlü ulaşım aracındaki ya da evinizdeki koltukların, yatakların ateşe dayanıklı, toz üretmeyen, %100 geri dönüştürülebilen özellikte olduğunu düşünün.

Unutmadan, RFID gömülü yer karoları NaviFloor firması tarafından üretiliyor. Big Brother'in gözetlemediği yer kalmadı değil mi?

Kaynak: Material Connexion

11 Mart 2009 Çarşamba

Geleceğin arkeolojisi...

Başlığa bakıldığında ikilemmiş gibi dursa da; (ve en azından ülkemizde meslek açısından pek rağbet görmeseler de) tarih ve arkeoloji hep önemlerini koruyacaklar. Mesela, trend analistlerinden ya da fütüristlerden bahsediyoruz, öyle değil mi? İlki mikro ya da makro trendler üzerine, fütüristler ise 10 yıllık hatta daha uzun dönemli öngörüler içeren analizlerde bulunuyorlar. Bu yüzden, konu başlığı ne olursa olsun geçmişten günümüze kadarki seyri iyi bilen ve buna göre ileriye dönük tespitlerde bulunan isimler yorumlarıyla ayrışmaya devam edecek.


© Pressburger Zeitung @ 1922

Mesela David J. Staley, “History and Future” isimli kitabında, tarihçiler geçmişi nasıl doğal görüyor ve analiz ediyorsa, fütüristlerin de geleceği aynı kabiliyetle yapabilmesi gerektiğini belirtiyor.

Bu beceriye sahip önemli isimlerden biri olan Li Edelkoort’un en son sergisi de Paris’te geçen pazar sona erdi. Dünyada ilk kez trend öngörmeyi meslek olarak kabul edip retrospektif bir yaklaşımla sunan serginin başlığı “Geleceğin Arkeolojisi: Li Edelkoort ile 20 Yıllık Trend Tahminciliği” idi. Trendlerin, gelip geçici bir heves olmalarından çok yaşam tarzımızı ne kadar derinden etkilediğini gösteren sergi, birbiriyle etkileşimli 7 çift trend üzerine odaklanmış.



Küresel kriz patladığından beri, Büyük Buhran döneminin iyi incelenmesi gerektiğini tavsiye eden yazılar, bloglarda yorumlar hatta kitaplarla karşılaşıyoruz. Geleceğin iş yapış şeklinde "farklı disiplinlerden uzmanlar biraraya gelecek ve işbirliği yapacak" derken, bu grup içinde kültürel arkeologlara mutlaka ihtiyaç duyulacak.

9 Mart 2009 Pazartesi

i-deco 09’nun ardından...

7 Mart Cumartesi günü i-deco’da seminer vermek üzere İstanbul’a gelen Ron Kemnitzer’i dinlemek için CNR’daydım. Biraz erken gidip, geçen yıla göre bir farklılık var mı diye fuar alanını geziyim istedim. Ama gördüm ki, iyi niyet söz konusu olsa bile uygulama yine yetersiz.



Mobilya, ev tekstili ve aksesuar firmaları bir yerde, “IDEAS” olarak ayrılan ürün tasarımcıları başka bir alanda yer alıyordu. Artık kriz mi ilgisizlikten mi, özenilmiş bir çalışma duygusunu hissedemedim. Aynı bölümde, sadece Koleksiyon özel bir stand yaptırmıştı. Simsiyah bir zemin üzerinde ürünler hiçbir şekilde ayrışmıyordu. Tek fark edilen en dipte ve köşede olmasına rağmen Nordist standı idi. Acaba “tasarım dünyasına nice isim sunan Kuzeyliler bu işi bilmiyor da biz mi biliyoruz?” diye düşünmeden edemedim.



Sunumlar ise aynı salonda ortada, bayağı interaktif şekilde yapılıyordu. Gezenlerin telefon konuşmalarından tutun da çocuk bağrışmalarına kadar herşeye rağmen konsantre olup dinlemeye çalışıyorsunuz. Üstelik, toplasanız izleyici mevcudiyeti 30 kişiyi geçmez. Keşke, seminerler, şehir merkezinde bir üniversitede yapılsa, en azından öğrencilerin katılımı sağlanabilse ya da i-deco, Tasarım Haftası’na denk getirilerek bir çarpan etkisi yaratılabilse.



Tüm bu olumsuzluklara rağmen, Ron Kemnitzer 1 saat süren ve içeriği yoğun bir sunum yaptı. Konuşmasına IDSA Başkanı olmadığını söyleyerek başlayan Kemnitzer, Villa Tosca Design Management Center ile birlikte geliştirdikleri metodolojiden ve trend raporundan bahsetti. Mimari, moda ve ürün tasarımı olmak üzere üç başlıkta hazırlanan rapor, devamlılığını koruyan ya da parlayan akımların örneklerini zengin görsellerle özetledi.

Kemnitzer, trendlerden bahsediyorken cuma günü sunum yapan Nokia Tasarım Direktörü Eero Miettinen’in bir sözüne de değindi. Pahalılığından dolayı Finlandiya’daki her evde Alvar Aalto koltuklarının olmadığını belirten Miettinen, yine de evlerin Aalto’dan esinlenen ürünlerle döşendiğini söylemiş. Böylece Kuzey Ülkelerinin tasarımını dünyaya yayan perakende devi IKEA’nın ne yaptığını da tek cümleyle özetlemiş oldu.

6 Mart 2009 Cuma

Eğitim ve deneyim...

Eğitim, kim ülkelerin çözmeye kimi ülkelerin ise kalitesini iyileştirmeye çalıştığı bir konu. Mesela, gelişmiş ülkeler bilgi toplumu olma özelliklerini korumak için her geçen gün yeni programlar yaratıyor, hatta bu programları ilköğretim seviyesine bile uyarlamaya çalışıyorlar. Çekim merkezi olma özelliğinin kendilerine sağladığı maddi kazanç da yadsınamaz boyutta. Diğer taraftan, gelişmekte olan ya da fakir ülkeler ise devlet politikalarından tutun da cinsiyet ayrımcılığına kadar birden fazla sorunla boğuşuyor.


© Getty Images

Peki uzmanlar geleceğin eğitim ortamını nasıl tasvir ediyor? Daha fazla işbirliği ve problem çözmeye dayalı, öğrenci katılımının yüksek ve yaratıcılığın geliştirildiği bir ortam. Dünya Bankası’na göre, tüm çocukların eğitilebilmesi için 2015’e kadar 100’den fazla ülkede 10 milyon yeni sınıfın yapılması gerekiyor. Mevcut bir sürü okulun tamir ihtiyacı da cabası. Burdan yola çıkan Architecture for Humanity de geleceğin sınıfının tasarlanması için proje yarışması başlatıyor. Katılım o kadar yüksek ki, daha ilk ayda 200 başvuruda bulunulmuş. Kayıt için son tarih 4 Mayıs, proje sunumu için ise 1 Haziran.



Peki ya deneyimden ve eğitime yönelik sosyal topluluklardan bahsedersek, Amerika’nın genç girişimcileri ne yapıyor? Bazı üniversiteler, kampüs hayatları hakkında öğrenci/mezun yorumlarına yer vermeye başlamış olsa da bundan tatmin olmayan 27 yaşındaki Jordan Goldman, geçen eylül ayında Unigo’yu kuruyor. Siteye ilgi yoğun. 15.000’den fazla öğrencinin yorumu, resimleri, videoları… Hepsi birebir üniversite hayatındaki kendi deneyimlerinin ürünü.



Sosyal sorunlara çözüm getirmek ya da yaratıcı fikrinizi hayata mı geçirmek istiyorsunuz? Sanal dünya ve işbirliği, ihtiyaçlarınıza kesinlikle yanıt verecektir.

4 Mart 2009 Çarşamba

Çağdaş “flaneur”: Urban Sketchers

Flaneur” kelimesi 19. yy.da ünlü Fransız düşünür Charles Baudelaire tarafından tanımlandı. Anlamı da, şehri yaşamak/deneyimlemek için gezen kişi demek. İster züppe ister aylak diyelim Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan bu grubun şehir hayatını etkilediği sosyolojik bir gerçek.



İşte bugünün “flaneur”leri de, Urban Sketchers’da yer alan çizerler olsa gerek. Amerika’da yaşayan gazeteci/illüstratör Gabi Campanario tarafından 2007 yılında başlatılan blogda bir sürü ülkeden katılımcı var. Yaşadığı ya da seyahat ettiği şehri gezerken gözüne takılanları resmeden çizerler sanatlarını büyük bir ustalıkla konuşturuyor.

Türkiye’den tek katılımcı, Samantha Zaza. Geçenlerde tanışma fırsatı elde ettiğim Samantha’nın çalışmaları harika! Sohbet sırasında, resmettikleri konusunda diğer çizerlerin “Aa, Türkiye’de Starbucks mı var?” gibi yorumlarda bulunduklarını öğrendim. Hayatında hiç İstanbul'a gelmemiş insanlar, (neredeyse birebir görüntüsüyle) minibüs ve dolmuş ayrımını Samantha aracılığıyla öğrenmiş oluyorlar.


© Samantha Zaza

Sanal dünyanın, sınırları ortadan kaldıran özelliğiyle barındırdığı fırsatlar sınırsız. Tasarım, kültür alışverişi, deneyim, paylaşım, işbirliği... İster pazarlama ister sanat hangi yönden bakarsanız bakın, projeleri bu bakış açısıyla değerlendirmekte fayda var.

2 Mart 2009 Pazartesi

Design Indaba 2009

Güney Afrika’nın tasarım konferansı ve beraberinde düzenlenen fuarı Design Indaba dün itibariyle sona erdi. 25-27 Şubat tarihlerinde düzenlenen konferansın konuşmacıları arasında Bruce Mau’dan Li Edelkoort’a Marcel Wanders’ten Patricia Urquiola’ya kadar önemli isimler yer aldı.

Design Indaba’da benim gözüme takılanlar ise öncelikle Black Heart Gang’in sürreel animasyonları... Üçleme olan, “Tale of How” ve “Tale of Then” sitede mevcut ama “Tale of When” bu yıl içinde hazır olacak. Bu arada United Airlines için hazırlanmış “Sea Orchestra” filmini mutlaka izleyin. Animasyonun yükselen değerinden UA iyi faydalanmış.



Diğeri ise Fransız, 5.5 Tasarım Ofisi. Projelerine göz attığımda geçen yıl yaptıkları “Save a Product” çalışması çok ilginç geldi. 2004 yılında önemli bir müşteriden sofra aksesuarlarıyla ilgili bir brief alıyorlar. 2 yıllık çalışmanın sonunda tüm seri şekilleniyor. Ancak basın tanıtımına sadece 2 hafta kala 45.000 adet üretilmiş koleksiyonun satışından toptan vazgeçiliyor. Böyle keyfi bir karar karşısında tasarımcının rolü ne olmalıdır diye sorgulayan 5.5, tüm ürünleri satın alıyor. Başlattıkları “Save a Product” kampanyası ile de her ürünü sadece 1 Euro’ya satışa sunuyorlar. Mesajları da çok net: Tasarımcılar, sadece estetik kaygılar gütmemelidir. “Batan gemiyi en son kaptan terkeder” edasıyla tasarımcı da bu serüven de hem koruyucu hem de şahit görevini üstlenir. Tahmin edebileceğiniz gibi ürünler kapanın elinde kalmış.



O keyfi tavır neydi bilemiyoruz ama basına yansımayan kim bilir ne üretim hataları ya da başarısızlıkla sonuçlanan ürün grupları oluyor da ruhumuz bile duymuyor.