31 Aralık 2008 Çarşamba

Ve işte ikisıfırsıfırdokuz...

Yeni bir yıl başlıyor. O nedenle, biraz kişisel bir yazı yazmak istedim. Yapılacak o kadar çok şey var ki, bu da beni yıl için daha fazla motive ediyor. “Günlük koşturmaca için de, program yapmaya vakit mi var” dediğinizi duyar gibiyim ama işin aslının hiç de öyle olmadığını siz de çok iyi biliyorsunuz. Mesela, yenin yılın ilk günlerinde meşhur Deepak Chopra İstanbul’da konferans vermeye geliyor. İlgilenenlerin dikkatine...


© BrooklynBookBinder

Peki benim kendime ödev olarak belirlediklerim mi? İşte birkaçı...

1. Üçer aylık dönemlere göre ajanda oluşturulması (Yoksa onu bunu erteleyerek hiçbir yere varılmıyor :=)
2. Kaynak açısından dergi, blog, websitesi listesinin genişletilmesi (hergün yeni birşey keşfetmek heyecan verici)
3. Ayakları yere basmasa da daha çok hayal kurulması
4. İskandinav tasarımlarının yerinde görülmesi
5. Sosyal bir konunun çözümlenmesi için gönüllü çalışılması

Nil Karaibrahimgil’in 29 Aralık tarihli yazısında dilediği güzel şeyler gibi, “Bu krizden çok etkilenmek istemiyoruz. Yapmak istediklerimizi rafa kaldırmayalım.”

Herkese yeni yılda öncelikle sevdikleriyle beraber huzurlu günler geçirebilmeleri için sağlık, hedeflerini gerçekleştirebilmeleri için güç ve cesaret, arzuladıklarına sahip olabilmeleri için de para diliyorum. 2009’da görüşmek üzere... İyi seneler...

30 Aralık 2008 Salı

2009 ve sonrası için öngörüler...

World Future Society’nin “Outlook 2009” başlıklı raporu, The Futurist Dergisi’nin Kasım-Aralık 2008 sayısında yayınlanmış. Nasıl olacak gelecek derseniz:


(Inplant Eye)

1. 2030’a kadar her dediğimiz ve yaptığımız kaydedilebilir olacakmış. Nanoteknoloji sayesinde herkesin kendine ait bir IP adresi olacak, kaydetme kapasitesinin bir sınır olmayacağı gibi, herşey kaydedilebilir olduğundan, değiştirilebilir de olacak :=)
2. Teknolojinin gelişimi sayesinde bioşiddet ve suçlar doğacak.
3. Peki, bu suçları kim çözecek? Haliyle yeni meslek sahipleri. Mesela, bilgisayar ve dijital suç uzmanları...Bir diğer alternatif, tıp ya da biyoloji okudunuz ama üstüne pazarlama, hukuk ya da bilgi teknolojileri yüksek lisansı yaptınız. Öğrenciler, seçim yapıyorken marka olmuş üniversiteler kadar geleceğin mesleklerine yönelik program geliştiren üniversiteleri de tercih etmeleri ayrıştırıcı olacak diye inanıyorum.
4. Ortak bir dünya hukuğu hayal olsa da ülkelerin adli sistemleri birbiriyle iletişim halinde olacak.
5. Sürekli ama sürekli kendimizi geliştirmek zorunda kolacağız. Hatta bazı eğitimleri aldığımızda yeni bir gelişme ya da iyileştirme gerçekleştirildiğinden öğrenilenler de eskimiş olacak.
6. Hani tükürük partileri yapılıyor, DNA’nıza yönelik teşhisler önceden konulacak demiştik. İşte genetik çalışmaların geleceği nokta da (o kadar sert olur mu bilemedim ama) Scarlett Johansson ile Ewan Mcgregor’un filmi “The Island”daki gibi olabilir. Lüks segmente yönelik organ üreten klinikler, sonra bunların çakma versiyonları, vs...
7. Zaten yeteri kadar kalabalıktı ama 2030’a kadar dünya nüfusunun %60’ı şehirlerde yaşıyor olacak.



Geçen yüzyıllarda yaşayan büyük düşünürlerin, sahip oldukları kısıtlı teknolojiyle birçok şeyi başarmaları, hayal etmeleriyle; bizlerin geleceği okumak ya da öngörüde bulunmanın ötesinde çoğu konuda resmen geleceği inşa ediyor olmamız arasında fark var diye düşünüyorum. Önemli olan, kişisel hataları tekrarlar gibi, ekonomik krizleri kroniğe dönüştürmemek, ülkeler ya da dinler arasındaki düşmanlığı devam ettirmemek. Tabii yılların birikiminde bu mümkün mü? Gelecek yıllar gösterecek :=)...

26 Aralık 2008 Cuma

Geleceğin mutfağı için öneriler...

Philips Design, faaliyet alanlarını ve dolayısıyla ürünlerinin geleceğini etkileyecek kilit değişimleri tespit etmek üzere oluşturduğu “Probes” Programı ile politika, ekonomi, çevre, teknoloji ve kültür alanlarını sıkı takip ederek geleceğe dönük öngörülerde bulunuyor. Websitesinden de paylaştığı bu çalışmaların aralık teması “Yemek”. Hayatımızın en temel değerlerinden olan “yiyecekler” için 3 konu başlığı belirlenmiş: “Teşhis Mutfağı”, “Yemek Printer’ı” ve “Ev Tarımı”.



Teşhis Mutfağı’nda, beslenme monitörü ile yiyecekleri barkod makinesinden geçirir gibi besin ve kalori değerleri görüntülenebiliyor; eğer yemeğe misafirinizin varsa hazırladığınız yemeğin bu bilgileri sayesinde o gün limitlerini zorlamış olanlar ikramdan uzak durmaya çalışıyor, yemeğin az tuzlu olduğunu gören misafiriniz ekstra tuzu ezbere dökmemiş oluyor.



Yemek Printer’ı fikri ise moleküler gastronomistlerden esinlenilmiş. Havucu köpüğe, parmesanı spagettiye çeviren bu hünerli ellerin becerileri ev ortamına nasıl yansıtılır fikrinden yola çıkan Philips Design, yemek printerını bulmuş. Düşünün, yiyecekleri alıp birleştiriyor ve 3 boyutlu printer’lardan çıkmış şaheserler gibi istediğiniz şekilde sunuyor.

Ev tarımı ise; hormonlu sebzeler, 1 gecede tarım ilaçları boca edilmiş meyveler, genetiğiyle oynanmış tohumlar derken ne yediği konusunda ciddi endişe duyanlara yönelik. Herkesin bahçesi olmadığının farkında olan Philips Design da sanki buzdolabı gibi deniz mahsüllerinin, meyve/sebzelerin yaşayabileceği kendi kendine yetebilen ev içinde mini ekosistemler hayal ediyor.



E peki tek çalışan Philips mi? Tabii ki hayır. Yukardaki resim henüz konsept çalışma olsa da GE’nin 2035 için tasarladığı mutfağı. OLED teknolojisiyle çalışan, UV filtrasonuyla suyu temizleyen, akıllı bulaşık makineli ama hepsinden önemlisi yediğinizi içtiğinizi takip edip özel asistan gibi çalışan komple bir mutfak. Bu hızla ilerleyen teknolojiyle imkansız değil ama gerçekleşmesi için zaman ve maliyet önemli unsurlar.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Taqwacores...

Bu yazıyı biraz da haftasonu izlediğim (ve bence samimi bir dil kullanılmış olan) “Body of Lies”’ın da etkisiyle yazıyorum. NY Times’daki haberin kahramanı, 16 yaşındayken müslümanlığı seçmiş bir Amerikalı.

Michael Muhammed Knight, 5 yıl önce “Taqwacores” adında bir kitap yazıyor. Kitap, Pakistan kökenli Amerikalı bir üniversite öğrencisinin kampüs dışındaki evinde düzenlenen İslamPunk partiler üzerine. Fotokopiyle çoğaltılmış olan kitap, elden ele dolaşıyor ve tam bir “word-of-mouth” etkisi yaratıyor. Sonra, yayıncı firmanın dikkatini çekiyor. Kitle genişledikçe, okuyucuların, bu etkinliklerin yerlerini sorgulaması, hayal ürünü olduğunu duyunca da kendi müzik grubu kurmaları kaçınılmaz oluyor.



Kitabın, Amerika’da yaşayan Müslüman gençler arasında bu denli dikkat çekici bir alt kültür yaratmasındaki en önemli etkenin, gençlerin hem dinle ilgili kendilerini sorgulamaları (mahalle baskısı?) hem de bulundukları ülkede gördükleri muamele olduğu ifade ediliyor. Mesela, Fas’tan Amerika’ya göç etmiş genç bir kızın, 11 Eylül’den sonra yaşadıkları ilginç. Amerikalıların okul servisine yumurta ya da şişe fırlatmaları bir yana okuldaki din hocasına Kur’an ile ilgili sorular sorduğunda da tebeşir yemesi bir yana. Bu arada, kitapta, Salman Rüşdi tadında başkaldırışlar ve sorgulamalar fazlasıyla mevcut.


©David Ahntholz

Peki sonuç? Bu kadar yankı yaratmış bir kitap, tabii ki filme çekiliyor ve önümüzdeki yıl vizyonda olacak. Knight’ın yeni kitabı “Osama Van Halen” ise 2009’da piyasaya çıkacak. Pazarlama Zirvesi’nde konuşma yapan DK’nın da bahsettiği gibi gençlerle iletişim kurmak için onların dilinden konuşmak lazım. İçeriği ne ve nasıl olursa olsun (yani uygun bulsak da bulmasak da), kendi derdini ifade eden bir genç aynı toprakta ya da farklı bir coğrafyada benzer duyguları/düşünceleri hisseden gençler tarafından kabul görecek.

21 Aralık 2008 Pazar

Muji’den “tabi ya” dedirten çözümler...

28 yıldır faaliyette olan ve Ekim ayının son günlerinde İstanbul’da da ilk mağazasını açan Muji, bu yıl üçüncüsünü düzenlediği tasarım yarışmasının temasını “tabii ya” dedirten öneriler üzerine belirlemiş. Aslında her üç temaya bakıldığında birbirinden kopuk olmadığı anlaşılıyor ve markanın kendi felsefesiyle birebir örtüştüğü bariz bir şekilde anlaşılıyor. Basitlik/sadelik çerçevesinde insanların daha iyi hayatlar yaşayabilmesi, “yeterli” olanı tüketmesi, doğada ya da gözümüzün önünde olandan faydalanarak daha fonksiyonel çözümler üretilmesi.


© Ken&Eri Sugimoto

Bu yılın birincisi, kamıştan kamış yapan Japon Yuki Lida. İkinci ise portatif outdoor çöp kutusu (Ken&Eri Sugimoto). Üçüncüler ise yine kamıştan etkilenerek hazırlanmış mat malzemesi (Jung-Chen Hung&Chia-en Lu); açı çözümüyle kolaylık katılan dedemizin çivileri (Masashi Watanabe), kamelya tozundan deterjan (Huang Yi Tang), tek tarafı su geçirmeyen, diğer yüzü ise yumuşak yüzeyli, çok amaçlı malzeme (.Jbaptiste Senequier) ve son olarak ise işte olmuş diyebileceğiniz zımba (Joonhyun Kim).


© Joonhyun Kim

Ürünleri incelediğinizda “hadi canım, bunu ben de düşünürdüm”diyorsanız lütfen gelecek yılın temasını takip ederek siz de katılın. Her ne kadar ilk yıldan beri katılımda düşüşler gözlense de hem kendinizi denemiş olursunuz, hem kullandığınız ürünlere bu bakış açısıyla bakmayı alışkanlık haline getirebilirsiniz. Kim bilir, belki de sizin fikriniz gelecek yılın kazananları arasında yer alarak Muji’nin dükkanlarında satışa sunulur.

19 Aralık 2008 Cuma

Eskilere nur mu yağacak?

Associated Press 2009 yılı trendleriyle ilgili yaptığı haberde, Marian Salzman’dan Ann Mack’e, The Intelligence Group’tan Trends Research Institute’a kadar trend konusunda öne çıkmış uzman ve ajanslardan görüş almış. TrendHunter’ın kurucusu Jeremy Gutsche ile Promystl’ın Kuzey Amerika Direktörü Rita Nakouzi’nin ortak açıklamasına göre de “kendin yap (DIY)” ve “upcycling” öne çıkacakmış.


© McDonaugh & Braugart

Peki “upcycling” ne derseniz, aslında yıllardır bildiğimiz, kimilerimiz çokça tercih ettiği, dekorasyon dergilerinde rastladığımız eskileri değerlendirme işi. Yani, çöpe gideceğine, ürüne yeni bir anlam ya da fonksiyon katarak farklı bir forma sokmak. Ancak, afilli kelimemiz çevreciliğin doruk noktasına çıktığı, herkesin en efektif tasarımlar yapmaya çalıştığı 2000’lerle birlikte literatüre de girmiş oluyor. Kavram ile ilk olarak, William McDonaugh and Michael Braugart’ın 2002 yılında yayınlanan “Cradle to Cradle” kitabıyla birlikte tanışıyoruz. Kitap, ekolojik zeka ürünü tasarımlar yapmak için manifesto niteliğinde kurgulanmış.


© Tyler Vreeling

Mesela, Kanadalı Tyler Vreeling, şirketi Fat Crow Design ile bu stili benimseyerek çalışmalar yapıyor. Hatta geri dönüşüm tercih edildiğinde kullanılan kimyasallar ya da enerji sebebiyle yeteri kadar “yeşil” olmadığını düşünen Vreeling, “upcycling”in (ki eminim öyle anlamdırmıyorlardı :=) çiftçi çocuğu olarak o zamandan beri içine işlemiş olduğunu belirtiyor. Yukardaki resimde yer alan aydınlatma çelikten, askılık ise kayaklardan yapılma.


© Rut Orrmalm Olsson

Devir tutum devri ya, Etsy’den çeşitli bloglara kadar “upcycle” konusunda elinizin altında derya deniz bir kaynak mevcut. İsveçli tasarımcı Rut Orrmalm Olsson’ın kullanılmış gazetelerden yaptığı perde ya da paspaslar hiç de fena görünmüyor, değil mi? Ömrünü doldurduğunu düşündüğünüz eşyalarınıza tekrar bir bakın derim, belki yeni yıl hediyeleriniz için yaratıcı fikirler doğurur, kim bilir...

18 Aralık 2008 Perşembe

Sivil toplum kuruluşları için yükselen mecra: cep telefonu...

MobileActive.org, cep telefonlarını ayrı bir mecra gibi kullanıp sosyal etki yaratmak isteyen özel ya da sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu bir topluluk. Ekim ayında Güney Afrika’da düzenlenen MobileActive08 Konferansı’nda da cep telefonlarının yarattığı her türlü etki (iyi ya da kötü) tartışılmış.

İçlerinde birkaç konu var ki, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının da dikkatini çekecek yönde. Öncelikle cep telefonlarının sosyal etki yaratma yönündeki çalışmaları hemen ölçülmeye başlanmış.



Herkesin çok iyi hatırlayacağı gibi 23 Nisan’larda ya da özel günlerde çeşitli sivil toplum kuruluşlarımızın, 1 SMS gönderin X çocuğun okumasına katkıda bulunun gibi kampanyaları olur. Bunun yurtdışı versiyonu ise “please call me” mesajları. Hazır kart benzeri hatlara sahip olanların kontörü kalmadığında, sevdiklerine kendilerini aramalarını için ücretsiz “please call me” mesajı gönderiyorlar. Güney Afrika’daki bir sağlık örgütü de telekom firması ile anlaşarak bir yıl boyunca hergün 1 milyon bedava “please call me” mesajı gönderecek. Bu mesajın diğer bir esprisi mutlaka sonuna kendi cep telefonu yazman. Sivil toplum kuruluşu da, bu mesajında dikkat çekmek istediği konuyu ve kendilerine ulaşılabilecek numaralarını yazıyor. Kampanya başlar başlamaz kuruluşu arayan telefonların oranı %200 artmış.



Diğer konu ise ödeme sistemlerine yönelik yazılım yapan İveri firmasının Güney Afrika Sürdürülebilir Deniz Ürünleri Enstitüsü için geliştirdiği yöntem. Deniz mahsülü alışverişi yapan kullanıcı, herhangi bir SMS gönderdiğinde (muhtemelen yeri tespit edilebildiğinden) kendisine anında doğal deniz hayatı ile ilgili bir mesaj gönderilerek farkındalık yaratılmaya çalışılıyor.

Ülkemizde sponsorlu SMS hizmetinin yavaş yavaş konuşulmaya (belki de kullanılıyordur bile) başlandığını biliyorum. Çoğumuzun promosyonel amaçlarla gönderilmiş SMS’lerden de bunaldığına inanıyorum ama gençlerin en önemli iletişim araçlarından olan cep telefonunu sosyal konulara dikkat çekmek için yeteri kadar kullanıyor muyuz?

15 Aralık 2008 Pazartesi

2008 biterken...

Evet, biraz TIME’ın her yılın bitişinde hazırladığı sayıya benzer bir yazı olacak ama açıkçası yıl boyunca neler öne çıkmışı hatırlamayı değerli buluyorum... Doğal afetler, ekonomik kriz, komşu ülkelerin birbiriyle savaşı, terörist saldırılar, korsancılık oyunları, Olimpiyat derken bir yıl daha geride kalıyor. Peki nelerdi öne çıkanlar:



1. Politika bu bloğun konusu değil ama Obama’ya Amerika’nın ilk siyahi başkanı olma özelliğini kazandıran kampanyası, tasarımından konumlandırmasına kadar başlı başına bir konuydu.
2. Tasarım ve inovasyonu birleştirerek kendi pazarlarını yaratanları ya da mevcut pazarını iyice silkeleyen şirketlerin ürünleri bolca satın alındı. (Nintendo’nun Wii’si, Apple’ın iPhone’u)
3. 2.0: Bir süredir kurumlar markalı ürünlerinde kişiselleştirmeyi zaten yapıyordu, hatta web üzerinden kendi tasarımını kendin yap/giy/ye/iç çözümü ile ayrışmaktan hoşlananların ilgisini çekmeyi başarmışlardı. Zaten devir interaktivite devri ama markayı marka yapan temel göstergelerden birinin müşterilerin fikirleri olduğunu kabul eden kurumlar, çeşitli fikri proje yarışmaları düzenlerken, sanal dünyada gruplar oluşturarak müşterilerin duygusal bağ yakaladıkları markaları hakkındaki yenilikçi fikirlere açık olduklarını da hissettirdiler.
4. Lüks lüks lüks ya da sınırlı sayıda özel üretim.
5. Bu düzen böyle devam edemez düşüncesini benimseyen kurum ve tasarımcıların, daha sürdürülebilir bir dünyayı arzulayan bilinçli tüketiciler için “yeşil” ürünler, binalar, yaşam alanları yaratmaları, alternatif enerji kaynakları üzerine daha çok kafa patlatmaları.
6. Youtube, Facebook gibi sanal sosyal topluluklarla gözetle(n)me, dışarıya karşı bir gösteriş ama aynı zamanda ben de varım hissi. Hele Youtube, Warhol’un “herkes 15 dk.lığına ünlü olacak” lafını doğrular gibi...

12 Aralık 2008 Cuma

Doğaya kulak verin...

Şimdilik “doğayı taklit etme” olarak çevirebileceğimiz “biomimicry”, çok taze bir bilim dalı. Konunun tanınmasını sağlayan ise doğabilim üzerine çeşitli kitaplar yazmış olan, Janine Benyus. 1998’de kurduğu Biomimicry Guild, tasarımcıların, mimarların ya da mühendislerin inovatif projeleri için doğaya nasıl bakmaları gerektiğiyle ilgili danışmanlık veriyor. Yaklaşık 2 yıl önce kurduğu Enstitü ise, ilköğretimden üniversiteye kadar her seviyedeki öğrencinin problem çözme yeteneğini geliştirmeyi, “Innovation for Conservation” fonu ile de doğaya dönük tasarımlar yapan kurumların doğanın korunmasına yönelik bir birikimi de desteklemeklerini hedefliyor.



Biomimicry Institute’ün yeni projesi ise AskNature.org. Doğadan esilenebilecek konular hakkında online kütüphane işlevi gören siteden, kelebeklerin kanatlarından ya da yaprak yüzeylerinin su tutmama özelliğinden yola çıkarak geliştirilen Lotusan boyasından, okyanusta yaşayan mavi midyenin karakteristik yapısının Purebond yapıştırıcısına nasıl esin kaynağı olduğunu takip edebilirsiniz.



“Biomimicry” yeni bir kavram olabilir ama yüzyıllardır gezegenimizin çetin koşullarında yaşamlarını devam ettirmiş doğal hayatı ve varlıklarını gerekli dikkati vererek inceleyebilirsek gelecek kuşaklara daha sürdürülebilir bir ortam bırakabilir miyiz?

7 Aralık 2008 Pazar

Gizli milyoner...

İngiltere’nin özel kanallarından Channel Four geliştirdiği TV programı “Secret Millionaire” ile 2007 yılında Rose D’or Ödülü’ne layık görülmüş. 2000’li yıllardan beri hayatımızda olan “reality show” programları içinde sanırım en bilinçli ve sosyal sorumluluğa önem vereni...



Birkaç yardımsever milyoner (dönüşümlü olarak), 10 günlüğüne kimliklerini gizleyerek ve lüks hayatlarını geride bırakarak ülkenin sorunlu ve fakir bölgelerine karışıyor. Mümkün olduğu kadar fazla insan tanıyarak, o bölgenin/mahallenin yaşadığı problemi çözmeye yönelik emek harcayacağını düşündüğü kişiye, 10 günün sonunda kimliğini açıklayarak kendi cebinden dilediği tutarda bağışta bulunuyor. Belirli bir süre sonra gizli milyonerimiz aynı bölgeyi ziyaret ederek, değişimi gözlemlemiş olmuyor.



Başarılı olan her işte olduğu gibi bu program da çok kısa bir zamanda okyanusu geçerek Amerika’ya da uyarlanmış. Programın içeriğinde herhangi bir değişiklik yok ama gizli milyonerler arasında dikkat çekici bir isim var. 26 yaşındaki Gurbaksh Chahal. 4 yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya yerleşen Hintli Gurbaksh, sadece 16 yaşındayken kurduğu internet reklamcılığına yönelik şirketi ClickAgents’ı 2 yıl sonra 40 milyon dolara satmış. 2004 yılında kurduğu BlueLithium şirketi ise yine online reklam sektöründe inovasyon lideri olarak gösterilmiş ve sadece 3 yıl sonra, bu sefer bir dev, Yahoo tarafından 300 milyon dolar nakit karşılığında satın alınmış. Chahal, şimdi sadece Secret Millionaire’de değil diğer TV programlarında da boy gösteriyor, yeni kitabı The Dream’i tanıtıyor ve gWallet projesi üzerine çalışıyor.



Bağış yapmaya geldiğinde rekor rakamlara ulaşıyor olabiliriz ama sosyal konularda bilinç eksikliği yaşadığımız ülkemizde, balık veren değil, balık tutmayı öğreten bu format ilgi görmez mi? Ya da başarılı genç işadamlarımızın örnek olmasını sağlayacak, sadece iş odaklı değil sosyal odaklı sorunları da çözmeye girişimde bulunabileceklerini göstermek toplumda bir kaldıraç etkisi yaratmaz mı? İyi ve keyifli bir Kurban Bayramı geçirmeniz dileğiyle...

4 Aralık 2008 Perşembe

9. Pazarlama Zirvesi’nin ardından...

2-3 Aralık’ta Management Center Türkiye tarafından düzenlenen konferansta bende iz bırakan bölümleri paylaşmak istedim.



Blue Ocean” stratejisini Renee Mauborgne ile kurgulayan W. Chan Kim’den şok edici bir açıklama: “İnovatörler kaybeden insanlardır. Bu yüzden pazarlama önemli çünkü onlar marka değerinin ne demek olduğunu biliyorlar.” Bu sözün üstüne tüm salona “PC’yi ve VHS’i kim buldu” sorusuna kimse doğru yanıt veremeyince aslında ne demek istediğini örneklemiş oldu ama yine de sarsıcı bir söylem. Blue Ocean’ın en çarpıcı örneği (sunuma girdiğine göre) Nintendo. Wii’yi izlemeye devam...



Donald Sull, hızlılık kavramından bahsetti. “Kelebek gibi uçan, arı gibi sokan” Muhammed Ali ile devasa George Foreman’ın arasındaki müsabaka maçına Muhammed Ali’nin nasıl hazırlandığını anlattı. Muhammed Ali, 6 ay boyunca hapisten çıkan güçlü kuvvetli suçlulardan sürekli yumruk yemiş. General Motors da yıllardır hala ayaktaysa Foreman gibi devasa olmasına bağlayan Sull, Ali gibi hızlı markaların da karşılaşacakları ağır darbelerle karşı göğüs germeleri için güç kazanmaları gerektiğini belirtti. Ronald Jones da “interdisciplinarity – transdisciplinarity”den bahsetti. Yani, gelecekte farklı disiplinlerden uzmanların daha fazla birarada olacağına dikkat çekti.



Medai Snackers’tan DK, gençlerin alışkanlıklarını, internet ve mobil dünya ile nasıl içiçe olduklarını dinamik bir sunumla anlattı. Söylemeyin dedi ama chat jargonunda “POS – Parent Over Shoulder” ('tepemde annem/babam duruyor' demekmiş :=) Konferansı, Peter Fisk de gaza getirici enerjik sunumuyla kapatırken, fırtınalı dönemde 50 sihirli pazarlama stratejisinden bahsetti.